Aralık 26, 2006

165

"çok susadım,
biraz yagmur yagsa" dedi
yagmadı.
"çok üşüdüm,
biraz güneş açsa" dedi
açmadı.
"burası çok sessiz,
bari bir kuş ötse" diledi
ötmedi
o gün, bütün evren onu terk etti
geri gelmedi.

164

'O'
eye
ayn

gøz
göz

aynı şey.

Aralık 11, 2006

162

Gün gelipte
Cehenneme gittigimizde
Muhteşem iblisler olacagız
Ben, kanatlarımı arşa kadar açıp
Gögsümdeki dikenleri vuracagım üstüne
Sen, avurtlarından fışkıran dişlerini
geçireceksin çatırdatarak kabuklarıma

Kin boşaltacagız

O kadar nefret edecegiz ki birbirimizden
Ateş olacagız

Sicim sicim yarıklarından akıp,
dolanacak kokuşmuş organlarımız

Lanet olacagız

Tırnaklarımı bogazına dayayıp sıkacagım
Gögsüm patlayana kadar
Taş üzerinde taş kalmayacak
Haykırdıgında
Cehennem susacak

Kor olacagız

Aralık 09, 2006

161

Silent Angel'ı okuduktan sonra 2. Dünya Savaşı'nı düşünüyordum. Kaç milyon kişinin öldügünü hatırlamaya çalışırken buldum kendimi. 60 milyonmuş. Ama, konu o degil. Benim gibi, ceketin kalaba kumaşıyla ilgilenmiyor Böll, hazine astarında saklı.

Ölen çok ama onlar nasılsa dibe vuranlar. Dibe vuramayanlar: Sag kalanlar.

Savaşın ölçüm birimi maddi kayıplar: Beş şehir, oniki köprü, yüzbin insan. Kalanlar nasıl olsa vardı. Onlar kayıp degil... Kazanç mı?

Savaştan dönen bir adam var. Döndügü yer yok.
Açlık var. Ekmek yok.
Onu evine alan bir kadın var, 'ev ' yok.
Birgün özenip, ortalıgı temizlemek istiyor. Molozları kaldırıp, birikmiş kül ve alçı tabakasını sildikçe altından lekeli, kapkara döşeme çıkıyor. Kovalarca su taşıyıp, kan ter içinde kalan kadın, eskisinden de pis görünen evin ortasında bir ibrikle su ısıtıp, kendini temizlemeye girişiyor.

Adam evlenmek istiyor kadınla. Hiç tanımıyor, ama seviyor. "Mutsuz olacagız" diyor. Kadın hevesli degildi, ama tanıdıkça dürüst buldu adamı. Kabul ediyor: "Öyle, mutsuz olacagız."

Sadece iki nesil geçti üzerinden. Torunları olmalı bugün, belki torunlarının çocukları. Onlar hatırlamıyorlar neden mutsuz olduklarını.

Ne yani, kaşı gözü benzeyecekte, yüregi benzemeyecek miydi?

. . . . .

güneşli günde dogdum ben
kara trenin düdügüyle
kıçıma şaplagı yiyince
kalktı vagonlar

insan doluydu, kemik doluydu
annanem üşüyordu
dedem karneyle aldıgı ekmegi
sekize bölüyordu

evvel zaman içinde
kalbur saman içinde

160

Why your tongue gets surprised
to find that in my mouth there's teeth?

Aralık 06, 2006

159

reverse graffiti

Aralık 01, 2006

158

I'm Nobody! Who are you?
Are you—Nobody—Too?
Then there's a pair of us!
Don't tell! they'd advertise—you know!

How dreary—to be—Somebody!
How public—like a Frog—
To tell one's name—the livelong June—
To an admiring Bog!
Emily Dickinson

157

... a pleasure burdened with the obligation to substitute for other pleasures will soon become too wearisome a pleasure...
(Kundera, LL)

156

... There exists a certain external shapeliness in a woman, which small-town taste mistakenly considers beauty. And, then there exists the genuine erotic beauty of a woman. Of course, it is not small matter to recognize this at a mere glance. It is an art.
(Kundera, LL)

Kasım 28, 2006

155

PEMBE KALEM
YALAN KELAM

154

delilik çok ikna edici bir şeydir
siz, siz olun
karşıdan karşıya geçerken
önce sola,
sonra dağa...
bakınız
bir fırsat daha geçti

Kasım 27, 2006

153

dünyadaki en güçlü motorla,
en yavaş giden?
k i l i t l e n m e d e n ö n c e k i u z a y k a p s ü l ü

152

başkalarının
öyle de mutlu
oldugunu
anlamamak

kendi
gerçekliginde
kapalı kalmak

Kasım 25, 2006

151

Kasım 24, 2006

150

Geçen gece geç
eve yürürken
yagmur yagıyordu
trafik ışıgı durdurdu
sis vardı, lambalar sızıyordu
eve yaklaşmıştım
ev sıcaktı

ve hep durmak istedim
'şimdi'yi istedim
'şimdi' geçip gitmese
'şimdi' cebime girse
'şimdi' yapışsa tencerenin dibine
kazı kazı bitmese.

'şimdi arkeolojisi' kursam.

'şimdi'yi hep istedim
istemesine de...
olmadı malum.

şimdi buldum ama:
'şimdi' nasıl saklanır?
Tekrarla.

149

Cennette gün hep aynı geçer
Sıkıcı oldugunu düşünürdüm
Birden buldum.
Peki, birden olmadı,
düşündüm.
"Mutluluk tekrardadır."
Her gün aynı şeyi yapmak sıkıcı degil.
Her gün sevdigin şeyi tekrarlamak
mutlulugun ta kendisi.

Yanlış yere bakıyoruz.
Farklı olana veriyoruz dikkatimizi.
Oysa, tekrarlara bakmalı, aynı aynı aynı olan.
Çerçeveyi yanlış yere kurmuşuz.

Asıl tekrar bozuldugu zaman mutsuz olmuyor muyuz?

Sürekli yinelenen şeyleri bozmak için ögrenilmiş bir arzu var.
belki ısrar etmek gerek
yine aynısını yapacagım, seviyorum. yine yine yine.

Mutluluk orada.

Bir adam gördüm bugün
benzer desenlerden yüzlerce yapmış
tükenmez kalemle.
Baktım baktım.
Nedir onu ikna eden?
Nedir beni bir iki tane yaptıktan sonra yıldıran?

Sonra bir kadın hatırladım, çok yaşlı.
"Her akşam çayımızı alır, dışarıyı seyrederek bu koltukta otururduk"
diye anlatıyor kocasını.
"Her gün mü?" diye soruyorlar.
"Evet, her gün. Çok mutlu olurduk."
"Mutluluk bu mu?
"Evet" diyor, "Mutluluk budur."

Mutluluk çay, kanepe, manzara, bir dost
ama daha çok sevdigin şeyi tekrar etmekte.
Her gün.

Şimdi anladım,
o adam yüzlerce degil, binlercesini yapar o desenlerin.
Çizmeyi seviyor, ve tekrarlıyor.
Mutlu bir adam.

Belki de çok basit.
Sevdigin küçük bir şeyi
yinele.
Sudaki dalga gibi.

148*

Dedigim gibi:
Geceyarısı olması hiç fark etmez.
Havanın ılık,
rüzgarın meyilli,
topragın buharlı olması
fark etmez.
Istediklerini oldurtacak her neyse
saklanır,
bir türlü çıkıp gelmez.

Istediklerini
neden aslında istemedigini
düşünürsün.

Zorlasan da
kendini çözmeye isteksizsin.

Ve geceyarısı olması hiç fark etmez.
Ister hava ılık, rüzgar meyilli,
müzik yola koyulmuş,
son sigaranı içmiş olasın
yerinde beklersin.

O zaman bahanelerden ördügün sepetin içinde
bir olası düş bahçesine taşır nehir seni.

Orada kendini peygamber zannedersin.

Kasım 23, 2006

147

he he kod ögrendim azıcık. ama çalıştıramadım.
beceremeyince ögrenmemiş sayılmayız
kanıt lazımsa:
yoruldum.
daha iyi kanıt mı olur. hah!

ready-made kodla çözülüyor ama
ses kalitesi kötü.

fekatt, en azından kendi data-base'imi kullanabiliyorum!
en kıro şarkıları koyabilirim.
aman ne heyecanlı.

145

Evet, listemi yaptım.

Toplam iki sahne var. Iki filmden iki sahne.
Ve onlarda asılı duran iki şey.
Ney?

Bilsem liste yapmazdım herhalde.

Onlara denk bir şey yakalasam,
hayatta daha ne isterdim?
Dogru düzgün bir kahvaltı gevregi?
Olabilir.
Çünkü, dogru düzgün bir kahvaltı gevreginiz varsa,
süt gerekmez.
Çünkü süt sevmiyorum.
Çünkü süt inek kokuyor.
Inek kötü kokmuyor.
Meme kokuyor. Tatlı.
Agzıma meme koymak istemiyorum
sanıyorum.
ve
sayıyorum:
bir:
Kubrick, Eyes Wide Shut
Parti'deki banyo sahnesi.
Kız: Çırılçıplak.
Overdose. Burnundan kan akar.
Doktor: Genç, yakışıklı. Fazla giyimli. Smokin.
Muayene eder.

iki:
N. Bilge Ceylan, Uzak
Tuzaga yapışmış fare, başında iki koca adam.
Fare kıskıvrak can çekişmekte. Çözüm:
-"Kagıdıyla topla, koy torbaya at!"
-"Canlı canlı mı?"
Canlı canlı çöpe. Kediler birikir.
Belli ki yiyecekler.
Canlı canlı mı?
Patlat torbayı duvara. Ez.
Günah. Öldür.


bunların ikisinin de altında
ete karşı suçluluk

Kasım 22, 2006

144

Hep heyecanla bekler kediler
bekledikleri zaman.

Antenleri öyle uzar ki,
zannedersin beklediginin omzuna degecek
şakacıktan.

Kasım 21, 2006

143

Kızın çeyizinden bir StarWars karesi çıktı.
Yanında iki dirhem bir çekirdek deNiro afişi.

Kasım 18, 2006

141

... he said, "I'm sad. We'll often be sad."
She drew the glass to herself and drank with him.
"Really," she said, "I'm afraid."
Heinrich Böll, Silent Angel

Kasım 17, 2006

140

Az önce kapının önünde, sigaram bitmiş içeri giriyorken, karanlıkta bana dogru yürüdü. Birkaç bin yıllık sürede, aramızdaki mesafeyi antik biyoloji bilgimle çarpıp, yagan yagmura bölerek gelenin bir sincap olmadıgını fark ettim. Şimşek hızıyla bir kedi, veyahut şirin bir domuz yavrusu olma ihtimalini hesapladım, sıfır çıktı.

Boynumun sag tarafına kramp girdi.

Bana yürümeye devam ettiginde, ayaklarımı yere vurup, 'hiştt'ledim. Sesle hareket işe yaradı. Telaşla arkasını dönüp, hayatımda gördügüm en büyük sıçan poposunu iki yana sallayarak yürüdü gitti. Elimdeki tek delil olan uzun, yaglı kuyruguyla, yuvarlak, koca poposu arasında bir an gidip geldim. Igrenç mi bulsam, komik mi? Karar vermeye fırsat olmadı. Bir baktım agzım açılmış 'AMAN ALLAAAAM' diyor.

'Büyük' degil, 'dev'.

Yapısı domuz gibi şişkin, patladı patlayacak.
Boyutlar besili bir erkek kedi.

Yok, olamaz böyle bir şey! Nerden, nasıl beslenmiş bu? Ve o koca gövdesiyle gündüzleri nerede saklanıyor ki?

Demek ki, birgün bir uzaylı görürsem böyle olacak.

Sersemledim.
Canım koşarak kaçmak istiyor ama nöronlardan 'faydası olmayacagı' yönünde duyumlar geliyor.

Hani o şehir efsaneleri... 'kedi büyüklügünde sıçan'... Yok valla efsane degil.

Kasım 16, 2006

139

Kasım 15, 2006

138

These two are amazingly similar to me!
I'm itching and drooling... must find out!

Kasım 13, 2006

137

Bu sabah, havanın en soguk oldugu erken saatte ıslak çimenlerin üzerinden kayarak tepeyi geçtim.

Benden önce bir zaman olduguna inanmak zor. Fakat, tarih merdiven gibi açılıp, üzerine kuruldugunda, insan ismini unutuyor. Her şey tek başına ayaktayken, bir ben yokum; sadece geçmişte varolmuş binlerce aksım.

Ben bu tepenin üzerinden kaç kez indim. Karşıdaki beyaz çatıya kaç sabah baktım. Günün her saatine, her dakikasına açılan tahta kapı. Kuşların tünedigi daldan gelen kahkaha sesleri. Kimlerle konuştum orada? Kaç yüz gördüm? Kaç yüz bana baktı? Neye benzedigini bile bilmedigim atlar koştu arka bahçede. Yüzlercesini ben sürüyordum.

Şu camsız pencerenin önünde kaç kere saçlarımı düzelttim? Her seferinde başka renkteydiler. Rüzgara takılan eşarplar gibi. Her seferinde başka bir el uzattı geri.

Kaç el dokundu bana? Ismimi kaç erkek söyledi? Seyrettigim şu yoldan, hepsi aynı kandan kaç erkek gitti? Kaç kere arkama döndüm geri bakmak için. Kaçı geri geldi. Kaçı benden önce öldü.
Ya ben... Kaç kere öldüm? Günün hangi saatinde, hangi mevsimde? Bu tepenin her adımında mezarlarım dikili. Yukarıdaki üç büyük taştan biri de benim.

Tarih benden başka bir şey degil.

136

Venedik'e gittim
Amsterdam'a
ve Londra'ya
Graz'a ve Gent'a
Paris'e, Kıbrıs'a
ve Istanbul'a.
California'ya, Kahire'ye
New York'a, Iskenderiye'ye
ve Meksika'ya, Cozumel'le Grand Cayman'a
Ürdün'e ve Şam'a ve Buffalo'ya...

en çok Mısır'ı özlerim
öyleyse neden hala Batı'ya giderim?

yoksa evi en çok Mısır'da mı özledim?
fakat, ya o Philae'ye giden vapur?
Nil'de gece
tül gibi salınan rüzgarın içinde...

yoksa, evi degil de,
yolculugu mu özlerim?

yoksa, ev dedigim...

Kasım 11, 2006

135

Kasım 07, 2006

134

VMAT2
Çekirdegi bulmuşlar.
Neyin açıp kapattıgını da bulacaklar.
on/off

[Demystify]
Gizem yok artık

Sonuncu savaşı,
kötünün kazanacagını biliyorum.
Hem onlar en güvendiklerim.

Olsun.
'Looser' denir adına.
Bile bile
kaybedenlerdenim.

Ama, bir bakmışım:
'papagan fıstık demiş',
ve ben cücelerden cüceyim.

133

DİKTİM.

Kasım 03, 2006

132

... Everything could be won, earned, acquired. He struck his fist on the arm of the chair. A man is not born strong, weak, or decisive. He becomes strong, he becomes lucid. Fate is not in a man but around him. Then he realized he was crying. A strange weakness, a kind of cowardice born of his sickness gave way to tears, to childishness. His hands were cold, his heart filled with immense disgust. He thought of his nails, and under his collarbone he pressed tumors that seemed enormous. Outside, all that beauty was spread upon the face of the world. He did not want to abandon his thirst for life, his jealousy of life...
Camus, A Happy Death

131



eski şarkı.
ilk dinlediginde kaset çaların pili bitiyor sanmış
russell crowe.
eskiden 'devri düşük' müzik türü vardı.
bir arkadaşımın ablası,
arabaya koydugu teybin kasetini degiştirirken
kaza yapmıştı.
ben de pilli teypten dinlerdim. neden?
walkman'im yoktu.

omzunda teyple gezilen
breyk-dans zamanı'nı
gözlerimle gördüm.
müteşekkirim.

130

Kasım 01, 2006

128

Jia said: "There's either history...
or mystery..."
She was sweeping the leaves
falling everyday anew.
Yes Jia,
"Carpe diem."

Ekim 31, 2006

127

---------------------- a turing test incident

the automaton is grinding and shouting: “Kill me! ‘cause I can’t.”
-how often do you dream? ---------------- often enough to misrecognize its a dream.
-do you die in your dreams? ----am I, now? ---------------- can I dream about fucking you on a dark dusky stairway, or would you like to do it yourself?
------wasn’t that you? ---------------------does it matter?

126

One is sound and safe.
Either sound or noise.

Where is abyss?

Neither sound nor noise.

The third
in the binary?

The vacuum
with power,
without energy?

Where is abyss?

How can they prove
which cannot be proven.

Exist
in nonexistance.

125

Sound & safe=1
Sound x noise=0
Abyss=?

Ekim 29, 2006

123

122

Bir saatim oldu! Yaşasın!
Yazın uçagın saatini degil, tarihini yanlış okudugumda da
bir günüm olmuştu.
O fazladan gün anlatamam ne güzeldi.
Özel degil de güzeldi.

Eski ceketin cebinde unuttugun para gibiydi.
'Allaaaa bununla neler yaparım şimdi!'

Ne yapacaksın? Dünden farklı?
Ne malum, belki yaparım!
Ne malum?
Bu sefer belki...

Bir heves ayaga kaldırır tüm günü.

Ekim 23, 2006

120

Çok merak ediyorum kendimi
Başıma birşey mi geldi
Öldüm mü kaldım mı
Hiçbir haber yok kendimden...
Aziz Nesin

119

Insanın her kişiye
anlatacak başka
bir hayat hikayesinin olması...
ne komik.

118

...Son zamanlara kadar bok lafının basında b.. olarak geçmesinin
ahlaki kaygılarla hiçbir ilgisi yoktur. Bokun ahlaksızlık
olduğunu öne süremeyiz herhalde, değil mi? Boka karşı
çıkma metafizik bir karşı çıkıştır. Her gün yaptığımız dışkılama
işi yaradılışın kabul edilmezliğinin günbegün kanıtlanması
demektir. Ya/ya da: Ya bok kabul edilebilir bir şeydir
(bu durumda banyonun kapısını kilitlemeyelim) ya da kabul
edilemeyecek bir biçimde yaratılmışız demektir.

Bundan da şu çıkıyor demek ki; 'varoluşla kesin olarak
uzlaşma'nın önerdiği estetik ülkü, bokun reddedildiği ve herkesin
bok yokmuş gibi davrandığı bir dünyadır. Bu estetik
ülkünün adı kitsch'dir.

Kitsch, o duygusal on dokuzuncu yüzyılın ortasında doğmuş
Almanca bir sözcüktür; oradan da Batı dillerine geçmiştir.
Ne var ki çok sık kullanılmaktan özgün metafizik anlamını
kaybetmiştir sözcük; kitsch, sözcüğün hem gerçek hem
de eğretileme anlamında, bokun kesin reddidir...
(Kundera, Varolmanın şeysi)

Ekim 22, 2006

117

Kış gelirken, ama has kış
o sümsük sonbahar degil
Asıl soguk!
beni bir heyecan alıyor.
Her şey sanki 'dogru' diye bagırıyor.
Şimdi. Burada. Işte. Kesiksiz. Ben.
Ne uykusu!
Her şey şimdi dirilecek.
Köpek gibi seviniyorum.

Ekim 21, 2006

116*

Black cherry & other tales:
When you eat black cherry,
you cannot deny.
Your mouth turns into deep red,
and everytime you open it for lies
everybody hears your denies.

115*

Yoldan korkan bir ben miyim? Geri döndügümü hayal etmesem, yüzleşir miyim? Sanki herkes biliyor nereye gittigini de, bir ben unutmuşum. Birgün, bir yolda, başıma büyük bir şey gelecek. Bunu biliyorum. Ama, ne zaman, kaçıncı kilometrede hatırlayamıyorum.

Ekim 20, 2006

114*

On a bridge I was. Looking down to the river to see where my life flows. Darkness made it difficult to see. Yet, I did see him coming. At a distance he stood, not speaking a word, looked at me. I gazed back.

Then came he closer. Tempted, I put my arms around and gave him a generous kiss. He was tall.

Tall and strong. He held my arms firmly and pushed me back with a determined gesture. Like a street hooker who was turned down as she was trying to fix a deal, I stood empty, looking around not to see his eyes. Before he could make another gesture, I turned and passed hurriedly the bridge.

Next day, in the afternoon I found myself on the same spot. The water was blue, but still dark. I was getting suspicious whether all that had happened last night was real or my imagination. As I set on a bench, trying to remember, I heard someone sitting next to me. It was a middle-aged woman, kind of pretty.

'You know, last night I was walking the bridge' she said. 'Then a man showed up out of the blue...'
I lit my cigarette, looked at her face to show that I'm listening.
'He came close, looked straight into my eyes...' She paused, looking blank towards the water.
'And, then what?' I asked with a smile; "He kissed you?'
'No.' 'He jumped off.'

113

Once
in
my
life
I met
someone
who
knows
about
writing.
I wrote
to him.
He
wrote
to me.

112*

Monsters, lovers, men and their long or short hair.
Valleys, sun, words, glances. Call, understand, care, usual, as-usual.
Wait, unexpected, touch. Voyage. Far=fear.
Show me your face
that I already know.

Why do we always want to be sure about what we know.
Do we really don't know?

If we know love is hidden behind a veil
why do we want to be sure?
It is simply there.
Who can be ready when it comes?

111*

Is this hope
I see in your face?
Is this panic
that I re-invent?

Ekim 18, 2006

110

'Gerçegin' ne oldugunu anladım.
Bir anda.
Henüz anlatacak dili bulamadım.

not:
o dili bulmak harika olurdu,
kelime kelime.
'bir anda'nın dili.
. . .
yarına saklamak
daima heyecanlı.
. . .
zamanla ilişkisi yüzünden
dil gerçegi temsil edemiyor.

kavanozda rüzgarı saklamak gibi.

Ekim 16, 2006

109

High Fidelity'de şöyle bir laf geçiyor:

"...onunla birlikte olmak Rocky'de Adrian'la yatmaya benziyor; ama sen Rocky degilsin."

Ekim 15, 2006

108

Beyaz yapışkan bir sıvı akıyor.
Bakmam tadına, kesin acıdır
süte benzemiyor.
Bir adam durdurdu:
'Birlikte kahve içelim' ya da
'arabayla sizi bırakayım gideceginiz yere.'
Bir anda ne çok şey istedi.
'Kızıl saçlarınız' dedi. Kızıl.
Hatırladım. Saçlarım kızıldı Mayıs'ta.
'Siz iyi bir adamsınız' dedim.
'Öyleyse neden?' dedi.
Ne saçma. Nasıl göremez. Kızıl saçlarımı görür de..!
Mecburen ben söyledim:
'Yapamam'.

Kalbim yok benim.
Bozuk.
Kızıl saçlarım gibi.
Artık yanmıyor.

107

Pekala. Fazla demon birikti. Yazmak gerek.

Demon - venom.
ses uyumu güzel.
şiir yazsana.

yazamam. hepsini unuttum.


'Insanlar için bir fil mezarlıgı olmalı' diyecektim.
Orada susmalı herşey.
N'apıcaksın ki? diye sormamalı kimseye giderken.
Dinlenecegim. Dinlemeyecegim.
Soran yok. Kafamın içi
iki dakika sussa yeter aslında.

Bilmek insanı hapsetmez.
Yanlış.
Yanlışlık var bir yerde.
Yanlış.
Allahın belası dogru kitap nerede?
Dogru soru ne?

Gece bir iklim degildir.
Bir hayvandır.
Büyük oldugundan,
üstümüze abandıgında
hava karardı zannederiz.

106

105

My heart has teeth.

Ekim 10, 2006

104

Insan, iradesiyle hareket ettigi sürece özgürdür; buna karşılık eger insani tutkuları, yani organizmasından kaynaklanan tutkuları varsa, dolayısıyla dogru düşünemiyorsa, o zaman özgür degildir.
Niteliksiz Adam (babasından mektup)

103*





Sıkıntı hafiftir aslında.
Eski bir koku gibi
burnuna takılmış,
seninle beraber seyahat eder.
O kendini taşır her yere.
Uzay gemisi gibi.

Ekim 08, 2006

102

Üç haftadır tanışıyoruz. Akşamüzeri yakalandım. Uzundu. Kısaca şöyle bir konuşma cereyan etti:

- E-mail'imi aldın mı?
- Hangisini?
- Geçen ya da önceki hafta.
- Aldım.
- Dün de telefonuna mesaj bıraktım?
- Dinlemedim.
- Işimi kaybettim.
- Bu kötü mü?
- Pardon. Anlamadım!
- Nasıl olsa, ayın sonunda ülkene geri dönmüyor musun?
- Evet ama, aniden işime son verdiler. Geldigini göremedim. Şoktayım. Bu benim için bir travma.
- Bir şey olmaz. Ortagımın şirketin parasını çaldıgını ögrendigimde ben de benzer bir travma geçirmiştim. Geçer. Iyi tarafından bak.
- Ayy! Çok üzüldüm! Ne zaman oldu bu?
- Üç yıl önce. Böylece kendime daha çok zaman ayırabildim.
- Evet, ısmarladıgım kutuları teslim alabilmek için evde olabilecegim. Ama bu çok küçük bir şey.
- Hayat dedigin böyle küçük şeyler işte...
- Ay sonuna kadar işte kalsaydım iyi olacaktı. Hindistan'a gidince uzun süre iş bulamayabilirim.
- Neden, nitelikli elemansın.
- Ben en üst kademe programcıyım. En çok sıradan programcı aranıyor. Kendime uygun iş bulmam kolay degil.
- Sıradan programcılık istememenin nedeni ne? Para mı, ünvan mı?
- Ben bir mimarım. Program mimarı. Kıdemliyim... Evet, normal programcılara az para veriyorlar.
(Telefon çaldı)
- Araba kullanabiliyor musun?
- Arabam yok.
- Kullanır mıydın?
- Evet. 20 yıldır.
- Ehliyetin burada geçiyor mu?
- Buradan da aldım.
- Eşyaları evden limana taşımak için şirketler o kadar çok para istiyor ki!
- Kamyon kirala. Kendin götür.
- Evet ama, on yıldır araba kullanmıyorum.
- N'olcak canım. Direksiyona oturdun mu hatırlarsın.
- Yıllardır arabayla yolculuk etmedim. Kuralları bile unuttum. Küçük bir hata, büyük bir bela açabilir başıma.
- Yani sen koskoca program mimarısın ve bir araba kullanamıyor musun? Patronun yerinde olsam, ben de kovardım seni.
- ... Ben aslında bir kamyon kiralayacagım ama o büyük şeyi kullanmak korkutuyor.
- Minibüs kirala.
- Aslında ben kullanacagım, ancak yanımda oturan birisi olursa içim daha rahat edecek. Acaba benimle gelir misin?
- Bunu yapmak istemiyorum.
- Yapacak bir şey yok. Eşyaları ben yükleyecegim, arabayı ben kullanacagım, yanımda birinin destek olması iyi olurdu.
- Buna ihtiyacın yok. Tek başına da halledilir. Hem ben yolları falan da bilmem. Sana bir faydam dokunmaz.
- Ben haritaya bakarım. Yolu tarif etmene gerek yok. Sadece yanımda oturacak biri.
- Arkadaşlarına niye sormuyorsun?
- Onların hepsi 10-4 arası çalışıyorlar.
- Olsun. Arkadaş dedigin böyle zamanda belli olur. Senin için biraz fedakarlık yapsınlar.
- Evet ama, çogu yönetici. Üst düzey sorumlulukları var. Bütün günlerini bana ayıramazlar.
- Yöneticilik gibi çok önemli bir işim yok, fakat inanki benim de zamanım degerli, yapacak bir sürü işim var ve buna zaman ayırmak istemiyorum.
- Pardon öyle demek istemedim. Tek istedigim bir iyilik. Lütfen biraz düşün, zor bir şey degil.
- Düşüneyim de, sen de ısrar etme. Herhangi bir konuda bana ısrar edilmesinden nefret ederim.
- Istersen taşıma şirketiyle anlaşsaydım onlara verecegimin bir kısmını senle paylaşabilirim.
- Bak, şimdi kabalaşıyorsun. Senden para isteyen mi oldu?
- Yok pardon, öyle demek istemedim! (katmerli yalan)
- (Duvarı göstererek) Çizimlerini ne yaptın?
- Dosyaya kaldırdım.
- Her geldigimde onlara bakıyordum ben... bir kedi vardı?
- Ne kedisi? Balık vardı, yılan vardı, kuş vardı.
- Yok yok, kedi de olacaktı. Inceledim ben. Detayları aklımda.
- Sen benim çizimleri mi kopyalıyorsun?
- Onlar çok güzel. Çok begeniyorum ben.
- Sagol (ne deyim ki)
- Benim kızımın bir fotografı var. Acaba o çizilebilir mi?
- Çizilebilir tabii. Bir şeyi resmetmek için boya, kagıt ya da teknik degil dürüstlük gerekir. Çizmek istedigin konuyla samimi bir bag kurdun mu tamamdır. Hele kızın gibi sevdigin bir konu seçersen, eminim resim harika olacaktır.
- Ben mi çizecegim?!
- Tabii. Senin kızın degil mi? Kim daha samimi onu resmedebilir ki?
- Bu arada scanner'ını kullanıyorsun galiba?
- Kütüphaneden kitap aldım. Sınıftaki sunuşlar için taramam gereken resimler var.
- Ben şöyle düşünüyorum. Şimdi işim de olmadıgına göre, bir gün boyunca çalışırsam, arşivimin önemli kısmını bilgisayara geçirebilirim (arşivi, kendi tanımıyla 100.000 sayfa arkalı-önlü fotokopi).
- Giri, haftasonu çalışacagım. Salı'ya sunuş yapmam lazım. Ancak çarşamba alabilirsin.
- Sana nasıl ulaşayım? Telefon mu edeyim? Yoksa e-mail mi?
(Telefon çalar)
- E-mail.

. . .
Biri bu adamı ışınlasa. Ekim diyordu, Kasım oldu; ya hiç gitmezse! Ya nefret etmekten felegimi şaşırıp sevmeye başlarsam!

Ekim 07, 2006

101

Ekim 06, 2006

100

emin degildim;
resim çekmek yasak mı,
degil mi.
dügmeye basmamla
flaş patladı.
Kısaca 'Oh My God!' la
yetinmeyip;
'Oh My God! I'm sorry!'
deyivermişim...
sanırım huşu içinde dolaşan
turist kafilesine.
fakat,
emin degilim.

Ekim 03, 2006

99*

Hani akmak istersin ya
Omuriliginden aşagı
Kemigi beyazlatarak
ve dolaşıp
Omuzlarının simetrisinde kenetlenirsin
su içinde...

işte artık öyle olmak istemiyorum.

98*

Ne kadar içten? Ne kadar dogru? Insanlar dolaplara konduklarında farklı mı görünüyorlar? Eger birgün aniden gitmek gerekseydi fotograflarını yanına alır mıydın? Geri dönüp toplar mıydın? Eger birgün gitmek gerekseydi, yanına ne alırdın? Bir bacak? Bir göz? Daha önce kimse benim için dua etmemişti. O zaman parmaklarımı kokla; onlar her yere girebiliyorlar. Bu arada cevap ver: Ne kadar içten olunabilir?

97*

anlamak bir haftamı aldı
ama terkedildim
hem de ayın yedisinde
bütün plaklarıyla beraber ugurlu sayılarımı da alıp gitti.

. . .

bunu ben mi yazmışım?
acaba o kimdi?
7 de burada oysa.
işte sapasaglam.
zaten yapmaz öyle şeyler
benim sevdigim adamlar
degil mi ki sevmişim
hepsini birden özledim.
ah!
bu ne güzel yalnızlık!

96*

Içeriye duman yagıyor, zaman akşam olsun. Perde yerine şehrin sesi asılı pencerede. Su akıyor mermere. Bir kap, bir kucak. Dizlerin orada, sıcaktan bayılmış. Çöl sogugu kapıda. Uzak. Uzaklık? Dalgalanıyor saçların üzerimde. Bulut kadar yokuz aslında. Bire kadar sayıyorum, sonra da uyanıyorum zaten. Bir yakın. Bir uzak.

95*

Eskiden bir pembe vardı giydigim. Yosunlar bitmiş üzerinde; olan olmuş. Küf sürmüş dügmeleri. Erimiş cebi bir otel anahtarına sönmüş. Yukarı odada beyaz küvet hala ılık ama musluklar nerede? Tavanından ampul damlıyor tak tuk. Soguktan sıvalar morarmış, bayılmış ıslak pembe müsvettesinin üzerine. Halı yok. Duvar da. Damlalar sonsuzdan geriye dogru sayıyorlar.

(*eskiden T. Urby Lance ismiyle yazıyormuşum :)

Eylül 30, 2006

94

Eylül 29, 2006

93

fakat mösyö, eliniz...

Eylül 26, 2006

92*

Aşagılarda bir yerde kuytu odalar vardı. Nereden geldigi belirsiz, sinsi bir su içeri sızardı. Nemden yosun tutmuştu taşlar. Duvarlar ıslak, pencereler et gibi taşa kaynamıştı.

Buraya güzel elbiselerini giyip gelirdi insanlar. Bir tek ayakları çıplaktı. Yanlarında çantalarını getirenler şanssızdı. Ne var, ne yoksa kaybolurdu burada. Kaygan karanlıkta aradıgını bulmak imkansızdı.

Aramadıklarınsa gelip seni bulurdu. Önüne seni tanıdıgını iddia eden yabancılar çıkar, üstüne ellerini sürerlerdi. Ürkse de insan, koyu ışıkta gidebilecegin güvenli yönü bulmak zordu. Üstelik, yabancılar yolları iyi bilirlerdi. Aşagıları bu kadar iyi bilmeleri, seni tanıdıkları iddiasının da dogru olma ihtimalini akla getirirdi.

Benim de başıma geldi. Bir gece yabancılardan biri önümü kesti. "Merhaba," dedi sırıtarak. Tıknaz, kısa boylu, kirli dişli bir adamdı. Kelleşmeye yüz tutmuş kafasından beresini çıkartarak, yuvarlanmaya benzer bir reveransla, aramızda bir karış mesafe kalana dek yaklaştı:
"Merhabalar, şekerim!"

Tıkanmış bogazımdan, ben farkında olmadan hırıltılıyla karışık bir cevap geldi:
"Merhaba?"

Beriki, beklemeden atıldı: "Şekerim," dedi, "Biliyorum sırrını." "Ama, merak etme başka kimsenin bilmesi gerekmiyor... Bilsen ne çok seviniyorum senin için! Ne güzel... Ne güzel!" Ellerini şaklattı.

- "Hiçbir şey anlamadım!"

- "Hadi ama, boş boş dikilip duracak mıyız burada? Konuş. Tüm detayları bilmek istiyorum!"

Etrafa bakındım. "Burası çok soguk. Üşümüyor musunuz?"

- "Soguk kolay, kolay! Gel şurada kuytu bir köşe biliyorum. Borulardan ılık hava eser... Gel, gel. Çabuk! Sonra da anlat her şeyi!"

- "Ben gerçekten de çok üşüyorum burada. Anlatacak bir şeyim de yok, inanın!"

- "Anlatacaksın şekerim! Gel, gel. Daha çok zamanımız var."

91

Yazmaktan sıkılacagım güne bakıyorum.
Uzakta olmalı.

Iyi.

Ilk iş sıkılacagım güne bakarım.
Bakınca hemen görünür zira.

90

Karar verdim:
Tanrı'yla degil,
Tanrı'ya inananlarla
karşıtlıgım.

-ki,
bunu katvizitine yazsa,
ne kadar cakalı olurdu
şeytan.

89

Gutenberg Project'de
yazarı belli olmayan eserler
'Anonymous' listesinde.
Orada duruyor:
Incil.

Oraya degil.
Fakat, başka nereye?

Isimsiz desen, adı degil.
'G'lere koysan, yeri degil.

Yere göge koyamadım seni!
O halde 'Y'ler en iyisi.

88

Pek çok insanın sorunu burada dügümleniyor olabilir:
Ürettigi şeye deger vermiyor;
deger verdigi şeyler üretmiyor.

Iki türlü de çözülebilir görünüyor degil mi?
Degil.
Bir türlü çözülebilir.

Dürüstlükle.

Eylül 25, 2006

87

Bir mucize olmayacak.
Kapısı bu cümlenin ardında
görmedigim evimin.
Bahçesinde çocuklar
şarkı söylüyorlar:
Bir mucize olmayacak. Gel.

Eylül 23, 2006

86

- Merhaba.
- Oturun lütfen, konuyla ilgili birkaç sorum olacak.
- Tabii... e...
- Evet?
- ... Yok bir şey.
- Söylemek istediginiz bir şey varsa konuşun lütfen, çekinmeyin.
- Ben... aslında...
- Evet?
- Sadece... ben...
- Evet. Siz?
- Gördügünüz gibi beceremiyorum. Lütfen siz sorularınıza geçin.
- Söylemek istediginizi söylemenizi engelleyen bir şey mi var?
- Hayır. Sadece kelimeleri yanyana getirmekte beceriksizim. Boşverin en iyisi.
- Hanımefendi! Hiçbir şeyi boşveremem şu konumda! Lütfen konuşun.
- ... İyi ama...
- Deneyin!
- Peki. Sizi gördügümde beklemedigim bir şey oldu. Mideye saplanan bir agrı, bacaga giren bir kramp gibi. Şu cebinize soktugunuz elinizden mi, gömlegin altında kabarıp duran köprücük kemiginden, ya da şakagınızdaki kızarıklıktan da olabilir. Beni beklerken elinizi başınıza mı yaslamıştınız? Dışarıyı mı seyrediyordunuz? Yoksa, bana soracagınız soruları mı düşünüyordunuz? Ben sizi gördügümde vakit kaybetmeden sarılıp, dudaklarınızdan öpmeyi düşündüm.
- Acaba Temmuz'un 11'inde akşam sekiz sularında...
- Böyle vakit kaybediyoruz.
- ... neredeydiniz?
- Ben hep buralardaydım.
- Bir tanıgınız var mı?
- Acele mi ediyorum?
- Ya da sıradışı bir ses duydunuz mu?
- Hiçbir şey duymadım.
- Peki. Teşekkürler, gidebilirsiniz.

85

mezarına kuyu açıp,
sütümü suyuyla karmazsam;
balıgı limonlayıp,
iftari taşında açmazsam...

- - -
küfür mü bu
bilemedim.
demez miydim:
'vay hergele!
bre hani bize?'

84


Mezarlıga kuyu açtırmak kimin aklına gelir?
Kestirme cevap: Kralın.
Kralın cevabı: Kestirme!

Eylül 22, 2006

83

indirdin kaşlarını,
babanı mı öldürdüm...

82

Eylül 20, 2006

81

"You whistle very well," I said. "I heard you earlier on in Seilergraben. It gave me very much pleasure. I used to be a musician."

"Oh, were you!" he said in a friendly manner. "It's a great profession.. Have you given it up?"

"Yes, for the time being. I have even sold my violin."


"Have you? What a pity! Are you in difficulties - that is to say, are you hungry? There is still some food at my house. I also have a little money in my purse."


"Oh, no," I said quickly, "I did not mean that. I am in quite good circumstances. I have more than I need. But thank you very much; it was kind of you to make the offer. One does not often meet such kind people."


"Don't you think so? Well, maybe! People are often very strange. You are a strange person, too."


"Am I? Why?"


"Well, because you have enough money and yet you sell your violin. Don't you like music any more?"


"Oh, yes, but sometimes a man no longer finds pleasure in something he previously loved. Sometimes a man sells his violin or throws it against the wall, or a painter burns all his pictures. Have you never heard of such a thing?"


"Oh, yes. That comes from despair. It does happen. I even knew two people who committed suicide. Such people are stupid and can be dangerous. One just cannot help some people. But what do you do now that you no longer have your violin?"


"Oh, this, that and the other. I do not really do much. I am no longer young and I am also often ill. But why do you keep on talking about the violin? It is not really important."


"The violin? It made me think of King David."


"King David? What has he to do with it?"


"He was also a musician. When he was quite young he used to play for King Saul and sometimes dispelled his bad moods with music. Later he became a king himself, a great king full of cares, having all sorts of moods and vexations.. He wore a crown and conducted wars and all that kind of thing, and also did many really wicked things and became very famous. But when I think of his life, the most beautiful part of it all is about the young David with his harp playing music to poor Saul, and it seems a pity to me that he later became a king. He was a much happier and better person when he was a musician."


"Of course he was!" I cried rather passionately. "Of course, he was younger then and more handsome and happier. But one does not always remain young; your David would in time have grown older and uglier and would have been full of cares even if he had remained a musician. So he became the great David, performed his deeds and composed his psalms.. Life is not just a game!"


Leo then rose and bowed. "It is growing dark," he said, "and it will rain soon. I do not know a great deal more about the deeds that David performed, and whether they were great. To be quite frank, I do not know very much more about his psalms either, but I should not like to say anything against them. But no account of David can prove to me that life is not just a game. That is just what life is when it is beautiful and happy -a game! Naturally, one can also do all kinds of other things with it, make a duty of it, or a battleground, or a prison, but that does not make it any prettier. Good-bye, pleased to have met you!"
H.Hesse, The Journey to the East

80

...our goal was not only the East, or rather the East was not only a country and something geographical, but it was everywhere and nowhere, it was the union of all times...
H. Hesse, The Journey to the East

Eylül 19, 2006

79

Kitapçının vitrinindeki bir kitap durdurdu: Street Walker.
Yazarı: Anonymous.
Almam mı!

Bir fahişenin anıları çıktı...

Flaneur olarak fahişeler aklıma gelmemişti. Acaba...?
Kitaplardan da ne kadar ögrenilebilir ki.

78


Bu resim benim MonaLisa'm...
(photo: Dennis Stock)

Eylül 17, 2006

77

"Bir günlügüm vardı" dedi.
Bakışları yerdeydi.
Nereye koydugunu unutmuş,
gözlerimin içinde aradı.

Bulamadı.
Sakladım, oradaydı.

Bakmasaydın!
Bakmasaydım!
Ah! Masumiyet gözgöze gelmez.
Zarı öyle alıngandır.

Eylül 16, 2006

76

Musil hiç durmuyor. Her şeyin sorgulanabilir oldugunu tartışmıyorum, fakat hiç durmuyor. Freud'un birgün purosunu yakarken, yaptıgı eylemin sembolizmine uyanıp, elinde olmadan kendisine gülen arkadaşına söyledigi gibi: "Canım, bazen de bir puro, sadece bir purodur!"
Bazen de sokakta yürürken sadece adımlarının sesini duyarsın. Bu sesler, 'takarak tukarak' diyedir; ve hiçbir anlamı yoktur.

Her şeyi son derecede ciddiye alan adamları, son derecede sıkıcı olmanın yanısıra, bir başka büyük tehlike bekliyor. Uçurumun kıyısında yürüyüyorlar. Uçurumun aşagısında ne var biliyor musunuz? Mizah!

75

...Diyelim ki yeni bir Homeros'umuz olsaydı: Bütün içtenligimizle soralım kendi kendimize, ona kulak verebilir miydik? Sanırım buna olumsuz yanıt vermek zorundayız. Yeni bir Homeros'umuz yok, çünkü onu gereksinmiyoruz!...
Musil, Niteliksiz Adam

74

Garip!
Hiçbir şeyi kaybetmeye tahammülüm yok.
Garip!
Hiçbir şeyim yok.

73

Aklımın içinden sordu, cevap verdim:
"Benimle yolculuga çıkmak ister miydin?"
"Yolculuga tek kişi çıkılır.
Ancak, yolda karşılaşabilirdik."

72

Bugün Commonwealth Caddesini bir uçtan ötekine yürüdük. Tam ortada caddeyle başlayıp, caddeyle biten boylu boyunca bir park... Içinde agaçlar ve yüzyıllık taş banklar...
Hayatımda bu kadar uzun park görmedim.
Clarendon Sokagı kesti bir ara. Bir ara da, Berkley.
Iki yandaki evler o kadar güzeldi ki...

Eylül 15, 2006

71

Eylül 14, 2006

70

DOGUDA
Ezan sesi "ölüm bekler," derdi
"Uzakta...
Akşamın ötesi var
Yaşamın berisi var
Orada birgün geçecegin
Örtülü kapısı var."

Hatırlayıp iç çekerdi bizim evdeki kadınlar...


BATIDA
Itfaiye sirenleri "ölüm geliyor!" derdi
"Yakında...
Açılın, çekilin yolundan!
Zamansız gelir,
Yok daha degil!
Henüz yapacak çok iş var!

Kulaklarını örtüp, başını çevirirdi yolda yürüyen kadınlar...

69

Eylül 11, 2006

68

Where are we really going?
Always home!
Novalis

Eylül 09, 2006

67

"Nietzsche, bir sanatçının kendi sanatının ahlakıyla aşırı ilgilenmesinin bir zayıflık belirtisi oldugunu iddia eder,
sence de öyle mi?"
[Clarissa, Niteliksiz Adam'a soruyor. s.133]

Nietzsche'nin bunu hangi baglamda söyledigini bilmiyorum. Metnin tamamını okumak isterdim. Kitapta arkadan gelen bölümde Walter ve Walter'in yetenegine bir türlü çıkış bulamaması, odasına her çalışmak için kapandıgında tuali buldugu gibi bırakmasına bakarak şu sonuca vardım:

Bir sanatçı, alanı üzerine bilgi sahibi oldukça ve o alanda yapılmış 'eserleri' iyice tanıyıp, konuyu taşıdıkları en üst basamagın bilincine vardıkça, kendi yaptıklarının ortaya yeni hiçbir şey koyamaması, dolayısıyla acizligi karşısında sonunu getiriyor.

Büyük ustaların etki alanından çıkamamak, yaptıklarının ne denli 'üst' bir söylem kurdugunu görmek, söylemi daha üst düzeye taşıyamamak ya da taşınabilecegi yolları görememek sanatçıya tüm yaptıklarının 'boşuna' oldugunu hissettiriyor. Bu büyük ustalar, öyle bir mükemmel düzen inşa etmişler ki yapıtlarıyla, kusursuz bir daire, bozulamaz bir alan örmüşler. Buna ne yeni bir şey eklemek, ne de çıkarmak mümkün degil. Daireyi genişletmenin yollarıysa görünmüyor.

Bu büyük ustaların alana yarardan çok zararlarının dokundugu söylenebilir. Denizi bitiriyorlar. O alanda yetişen birisi, bir kez onların yaptıklarını algılayacak kıvama gelsin, hızla geri düşüyor. Tamda o ustaların düzeyine eriştikten sonra, onların 'buluşçulukları', 'kararlılıkları' ve 'geniş daireyi görebilen ufku'na sahip olmadıkları için 'denizin bittigine' kanaat getiriyorlar. Denizin gerçekten de bitip, bitmedigini bilmiyorum. Fakat, bunların birinden birine emin olmanın da imkansız oldugunu düşünüyorum. Yani, sadece 'bilmenin olanaksız oldugunu' biliyorum.

Nietzsche'ye dönecek olursam, cümlesi ilk anda şöyle anlaşılıyor:
Bir sanatçının kendi sanatının ahlakıyla fazla ilgilenmesi onu geriletir. Yaptıgı işin dogrulugunu, degerlerini fazla sorgulamaya başladı mı, elinden iş gelmez olur.

Sadece bir uyarı degil, cehalete bir davet gibi geliyor kulaga:
'Yaptıgın işi fazla da sorgulama.'

Buna kişisel olarak inanmadıgım gibi, Nietzsche'nin de söylemek istediginin bu oldugunu sanmıyorum. Insan yaptıgı işi tabii ki sorgular. 'Fazla' sorgular. Gidebildigi, varabildigi yere kadar bıkmadan ve korkmadan sorgular. Benim gözümde Nietzsche sanatçıya bu sorgudan kaçınmasını ögütlemez. O yüzden, şöyle okumayı tercih ediyorum:
'Bir sanatçı, alanının ahlakıyla ilgilendikçe sanatında çıkmaza giriyorsa zayıftır.'

Alanıyla bagları zayıftır, alanına inancı zayıftır ve önemlisi, kendine ve alanına güveni zayıftır.
* * *
Okulda mezuniyete yaklaştıkça "belki de en iyi tasarım hiç tasarım yapmamaktır" deyişi aramızda çok popüler olmuştu. Bazen gülüyor, bazense durgunlaşıyor ancak bir türlü soramıyorduk: "Peki, ne yapacagız o zaman?" Herhalde alacagımız cevaptan korkarak, hocalardan birine danışmaktan da sakındık. Güvenligi seçtik. Dört yıl çalıştıktan sonra karşılıgında bir 'hiç' başardıgımızı duymaya hazır degildik.

O günlerde bile dünyanın daha çok nesneye ve onları var edecek daha çok tasarımcıya ihtiyacı var gibi görünmüyordu.Tasarım, zaten karışık olan hayatı daha da karıştırıp, zorlaştırmaktan başka bir şey yapmıyor olabilirdi.

Zaten ürün tasarımının arkasından yürümeyi seçmedigim için bu problemi bertaraf ederek kendi yolumu tuttum. Ancak, aynı soru öbür tarafta da bekliyordu. Herkesin yaptıgından farklı, insanların işine yarayacak, gerçekten alanı geliştirecek bir şey yapmak mümkün müydü? Sahiden insanların ihtiyacı var mıydı yaptıklarıma? Yaptıklarımın, yapılmışlar arasında gerçekten bir degeri var mıydı? Sahiden bir yere gidiyor muydum; yoksa yerimde mi sayıyordum?

'Sanat sanat içindir'le 'sanat toplum içindir' görüşünü birbirinden ayırmıyorum. Gelişimlerinin son kavşagında aynı kapıya çıkıyorlar. Sanat için yapılan sanatın insanlara da faydası oluyor ve insanlar için yapılan sanat, sanat söylemi içinde er geç yerini alıyor. Kavramsal sanatın reklamcılara ilham vermesi; ya da graffitinin galerilere girmesi gibi. Dolayısıyla, tasarım ister müşteriye, ister tasarım tarihine katkıda bulunmak sezgisiyle yapılmış olsun, arada bir fark gözetmiyorum. 'Bir yere gidiyor musun? Yoksa, yerinde sayıyor musun?'

Niyeti tasarım yapmak olan birisi bu soruya cevap veremediginde mesleginde duraklar. Duraklamayanın ya mesleki bilgisi ve olgunlugu henüz tamamlanmamıştır, ya da niyeti başkadır. Para kazanmak, arkadaş edinmek, toplumda kabul görmek gibi...

Bir yere gidemedigini, çünkü şimdiye dek yapılanları aşamadıgını, ve önündeki problemin aşılamaz göründügünü düşündügü an açılan boşluk bir tasarımcıyı da zayıf düşürebilir. Ancak, zayıf düşmesinin nedeni mesleginin ahlakını fazla zorlaması degil; kendisinin zayıf olmasıdır. Bilgisi, meslegine inancı, kendine ve yaptıgı işe inancı zayıftır.

O meslegi seçmesine, ve bir zamanlar zevk alarak yapmasına neden olan sebepler, idealist bir sorgulamanın karşısında dik duramayacak, varlıgını koruyamayacak kadar çelimsizdir. Meslegine adanmışlıgı, zannettigi kadar yogun olmayıp, belki de kişisel bir seçim degil, hayatın ittirmesinden kaynaklanmıştır. Bilinçsizce kurdugu bagları, daha ilk bilinçli sorgulamada dagılmaya başlar.

Böyle bir durumun nedenini, yine Musil'den bir alıntı açıklıyor gibi:
"Gençlikte parlamak içgüdüsü, her şeyi aydınlıkta görmek içgüdüsünden çok daha güçlüydü..."

Bir sonucum yok.

Insanın, gençlik dönemi bittikten sonra, tam da bir yerlere gelirken, seçtigi alanın varoluş dinamiklerine duydugu şüpheye, 'deniz bitti' adını verdigi krize, kendi bilinçsiz, neredeyse raslantısal seçiminin neden oldugunu iddia etmek gibi bir niyetim yok. Bu ancak olasılıklar dahilinde. Tıpkı hayatının ortasında yepyeni bir bilinç ya da yapyeni bir meslek edinmek gibi.
* * *

ek.
Alıntının söyle bir okuması daha var:
Sanatçının, sanatının ahlakını sorgulamaya başlaması, alanıyla kendisi arasında önemli bir uyuşmazlıga; sanatçının kendi yapıtlarından koptuguna, uzaklaştıgına işaret eder.
'Peki, o zamana kadar yaptıklarıyla kendisi arasına neden böyle bir sogukluk girer?' diye sordugumda, sanırım yine başa dönüyorum.

Eylül 08, 2006

66

Meraklı soruların arasında
bir tane merak eden soru
aradı.

65

Yalnızlıktan çıldırmış insanlar (1)

Yeni taşınan oda arkadaşı önceki akşam hastaneye kaldırılmıştı. Hastaneye gitmek külfetinin yanında, bir haftadır tanıdıgı biriyle ne konuşacagını düşünmek içini boguyordu.

Narkozdan ayılmış, ancak hala yorgun kız, sevindi onu gördügüne. Dagılmış saçı başı arasından, agrı çekmekten çökmüş yüzüyle gülümsemeye çalıştı. Üzerinde hastalara giydirilen arkadan bagcıklı kötü bir forma vardı.

Yatagın yanındaki sandalyeye oturdugunda, kızın halsiz uzanmış bacaklarına ilişti gözü. Üzerlerinde hiç tüy yoktu. O, bu işi bırakalı çok olmuştu. Bacaktaki tüyleri almak gerektigi bile hatırından silinmişti.

Bu bacaklar hazırlıklıydı, görümlüktü, bekliyorlardı. Belli ki, dokunulacaklardı.

Kızın yok ettigi tüyleri, etinden büyüyen dikenler gibi canını yaktı.

Eylül 06, 2006

64

Hayatımda ilk defa birinin ölüm haberini aldıgımda güldüm.

Haberin üstündeki resminde, adamın kendisi de gülüyordu.

Ismi Steve Irwin; biz onu 'timsahlara musallat olan adam' olarak bellemiştik. Doga aşıgıydı elbet; aynı zamanda da televizyon şahsiyetiydi. Dönem 'dogal hayat' degil; 'vahşi hayat' dönemiydi. Yerinde durup duran doganın belgeselleri avantür filmlere dönüştügünden, bizim Irwin'de hayvanları maceraya kışkırtıyordu.

Uçarak bir timsahın üzerine atlayıp, bogazından kavradıgında önceki belgesel bilgileri biraz çelişkiye düşmüyor degildi. Bu timsahlar en çevik ve hızlı bilinen çitalardan daha atılgan olmalıydılar ki, adamcagız bu denli hızla ve havadan ani taarruzlarda bulunuyordu.

Kanepede uyuya kalmış kardeşimin üzerine mutfak kapısından hız alarak atlamama ilham veren yegane insanın, timsahla şöyle bir dialoga girdigini hayal etmişimdir:
- "Işte dünyanın en tehlikeli, kocaman, vahşi, sivri dişli, acımasız, korkunç yaratıgı! Dur! Dur diyorum! Hayır! Çok korkunçsun! Senden korkmuyorum! Sakın kıpırdama! Çok tehlikelisin. Bogazına sarılıyorum şimdi. Beni yiyeyim deme! Zorlu bir mücadele içindeyiz seninle! Evet! Beni her an paramparça edebilirsin!"
- "Ha?"

Televizyon için yaptıgı bu şova uymayan tek şey kendisiydi. Ortada tehlikeli bir şeyin olmadıgını, varsa da bunun çok eglenceli oldugunu söyleyen, gülümsemesi eksik olmayan bir yüzü vardı. Herhalde bu 'saflıgı' yüzünden kendisiyle çok eglenir, fakat diger televizyon şahsiyetlerine iki yüzlülükleri, içtensizlikleri, yapmacık tavırları yüzünden duydugumuz kini ona beslemezdik.

Onun gülümsemesi gerçekti. Kötü rol yapmasıysa seyirci için bir lütuftu.

Sık sık endişelenirdik. "Birgün o timsahlardan biri, 'yeter ulen maymun ettigin' diyerek bir kapacak, görecek gününü" derdik. Hatta, beklerdik; ne yalan söyleyeyim. Başının belaya girmesi büyük ihtimaldi. Rol yapmıyordu çünkü, gerçekten de timsahlara sataşıyor, bunu yaparkende timsaha degil, kötü oyuncular gibi kameraya bakıyordu.

Sonunun bir timsahtan degil, vatostan gelmesi bir avuntu olabilir. Kuyrugundaki zehirli ignesini batırmış. Vatos zehirinin öldürücü oldugunu bilmiyordum. Gögsünden batırdıgı için etkili olabilecegini düşündüm. Fakat degilmiş. Uzun ve keskin ignesi kalbini delmiş. Yani zehir degil sebebi; bir doktorun tarif ettigi gibi: "Adeta kalbinden bıçaklanmış."
Timsahlar öyle şey yapmazlardı. Can evinden vurmazlardı.

Bu senin için...

Huzurla uyu...

Eylül 04, 2006

63

62

Enlightenment is man's emergence from his self-incurred immaturity. Immaturity is the inability to use one's own understanding without the guidance of another. This immaturity is self-incurred if its cause is not lack of understanding, but lack of resolution and courage to use it without the guidance of another. The motto of enlightenment is therefore: Spare aude! Have courage to use your own understanding.
Immanuel Kant

Eylül 03, 2006

61

dedi ki:
yazı benim çeyizim.
ölümle evlenmeyecegim.

Eylül 02, 2006

60

Odayı ilk görmeye geldigimde arka bahçe kapısının yanında duruyordu. Etraftaki herşey gibi eskiydi. Boruları, zincirleri paslanmış, tahtaları kararıp çürümüştü.

'Dışarıda sallanmaktan' ziyade, 'dışarıda sigara içmek' hevesiyle yanında durup sordum: "Jia, bahçede sigara içsem bana kızar mısın?" Salıncaga bakarak dedi ki: "Olur ama sigara içmek saglıgına çok zararlı!"

İki gün sonra, salıncagı benim oda tarafındaki girişe taşıdı.

'Taşıdık' aslına bakılırsa. Dışarıda gençten bir adamla salıncagı yokluyordu. Ogluymuş. Tanışma töreni sırasında "yardım ister misiniz" demiş bulundum. Hep beraber sırtlanıp, Jia'nın gösterdigi yöne seyirttik. Sebze bahçesinin üzerinden atlatırken eski borular ek yerlerinden açıldı; tahtalar şerit şerit kalktı. Etrafa dagılan boru parçaları, onlara dolanan zincirler ve az kaldı gözümüzü çıkaracak tahtalardan patlıcanları korumak için canla başla çalışmak gerekti.

Bir kaç gün kapının hemen yanında durdu. Sadece bana ayrılmış bir loca gibi.

Fare deligini andıran odamın da etkisiyle, o tahta salıncagı bir hamster'ın hayatını şenlendirmek için kafesine konulan tekerlege benzettim.

Sanki Jia bahçenin öbür tarafındaki büyük evinden sürekli beni seyrediyor, deligimden burnumu titrete titrete çıkıp salıncaga her oturdugumda, penceresinden ellerini çırparak, "Bak gördün mü ne sevimli!" diyordu.

Hamster'ın türkçesi 'corlak sıçan'mış. Kelimenin nadide çekiciligine ragmen içimden corlaklaşmak, bir corlak duyguyla tekerin içinde koşmak hiç gelmiyordu.

"Kardeşin ziyaretine geldiginde de burada oturabilirsiniz" dedi. Kafeste sıkılmayım diye bana bir de arkadaş bakınıyordu. Ailecek koşabilirdik tekerin içinde. Anlaşılan eglencenin sonu yoktu.

Tam alışıyor gibiyken Jia tuttu salıncagın yerini degiştirdi. Çok degil, beş adım öteye. Kapıya daha yakın bir yere. Kafesin sahibi olduguna göre, tekerlegin nerede duracagına tabii ki o karar verecekti.

Akvaryumun içinde yüzen plastik dalgıçlara, hele o kapagı açılıp kapanan hazine sandıklarına balıklar kimbilir ne içerliyorlardır. Sevmiyorlardır ya, yerlerinin degişmesini yine de yadırgayıp, alıştıklarını gizleyemiyorlardır kendilerinden. Ne yazık ki, kaldırıp istedikleri yere koyacak, tutup mümkünse dışarı fırlatacak parmakları yok.

Birkaç gün sonra salıncagın yeteri kadar kullanılmadıgına karar verdi Jia. Bahçede ortaladı. 'Herkes' gelip oturmalıydı. Tekerlegimi toplumla paylaşmak fikri, itiraf edeyim ki nispeten daha güzeldi.

Hemen ertesinde, başka bir eski salıncak ve iki koltuk daha geldi yanına. İki salıncak birkaç günlük etüdden sonra karşılıklı durmaya karar verdiler. Koltuklarsa oluşturulan karenin diger kenarlarına yine karşı karşıya yerleştiler. Ortadaki plastik sehpalarla eşitlikçi bir sosyal simetri kurulmuş oldu.

Günün en güzel saatlerinde Jia havadar oturma odasında sallandıgı için, beş dakikalık sigara molası yarım saatlik sohbet cefasına dönüşecek korkusuyla büsbütün ayrı kaldım tekerimden.

Bir sabah Jia azarladı: "I'm soo angry with you!" Yanına gittim. Öyle iyi biliyordum ki ne diyecegini.

Salıncagı kullanmazsam bana küsecegini söyledi. Jia öyle akıllı ve farkındaydı ki... "Orası herkes için, lütfen çekinme. Otur." dedi.

Sonunda yabaniligimi kavradı.

Ben corlak degil, yaban sıçanıyım. Anlaşıldı mı!

59

suyun üzerinde...

Eylül 01, 2006

58

Bir şarkı tutturdu
parkta adamın biri.
Güzeldi aslında.
Okudugum kitaptan daha iç açıcıydı.

Ansızın sustu.
Başımı çevirip bakmadım.

57

suyun üzerinde
egzozlu bir köprü var
büyük
su gibi azgın
köprünün ayagında bir bahçe var
küçük
su gibi berhudar

Ağustos 31, 2006

56

Pür gayret bir arıyım.
Sokaklarda dolaşıp
bal topluyorum konuşan çiçeklerden.
Tuzlu bal.

Ağustos 29, 2006

55

Mükemmel,
-eger mükemmelse,
kendi sonunu
öngörür.

Ağustos 27, 2006

54

...Yaşayacak ve gülmesini ögreneceksiniz. Yaşamın lanet olası radyo müzigini dinlemesini ögrenecek, onun altında saklı ruhu ululamasını ögrenecek, ondaki zımbırtıya gülmesini ögreneceksiniz. Hepsi bu kadar, sizden daha fazla bir şey istendigi yok.
(Steppenwolf, p.208)

53

Kişiligin Kurulmasına Rehberlik
Başarı Garanti Edilir

Bu yazı dikkate deger geldi bana, kapıdan içeri girdim.

Karşıma loş ve sessiz bir oda çıktı, odada bir adam bagdaş kurmuş, Dogu'da yaptıkları gibi yerde oturuyordu, önünde de büyük bir satranç tahtasına benzeyen bir şey vardı. Adamı ilk anda dostum Pablo'ya benzettim, en azından Pablo'nunkine benzeyen renkli ipekten bir ceket giymişti, onunki gibi ışıl ışıl parıldayan siyah gözleri vardı.

"Siz Pablo musunuz?" diye sordum.

"Ben hiç kimseyim," diye açıkladı adam nazikçe. "Bizim burada ismimiz yoktur, burada bizler bir kişilik taşımayız. Ben, bir satranç oyuncusuyum. Kişiligin nasıl kurulacagını ögrenmek mi istiyorsunuz?"

"Evet, lütfen."

"O zaman bana sizin taşlardan birkaç düzine verir misiniz?"

"Benim taşlardan mı...?"

"Sözde kişiliginizin dagılmasıyla oluşan taşlardan. Taşlar olmadan oynayamam çünkü."

Bunun üzerine adam yüzüme bir ayna tuttu, aynada kişisel bütünlügümün dagılarak pek çok ben'e ayrılmış oldugunu gördüm yeniden, hatta bana sayıları daha da artmış gibi geldi. Ama ben'ler bu kez küçülmüştü, ele kolay gelecek büyüklükteydi. Adam, parmaklarının sessiz ve emin devinimleriyle içlerinden birkaç düzinesini çekip aldı ve satranç tahtasının yanı başına koydu. Sık sık yaptıgı bir konuşmayı ya da verdigi bir dersi tekrarlar gibi monoton bir sesle şöyle dedi:

"Insanın sözde her zaman bir birlik ve bütünlügü içerdigine ilişkin o yanlış ve sakıncalı görüşü biliyorsunuz. Şunu da biliyorsunuz ki, insan bir yıgın ruhtan, pek çok ben'den oluşur. Sözde bütünlügünü dagıtıp parçalayarak kişiligi pek çok ben'e ayırmak delilik sayılır, bilim şizofreni diye niteler bunu. Belli bir çoklugun belli bir düzen ve gruplandırma olmaksızın denetim altına alınamayacagı düşünülürse, bilim bu tutumunda haklıdır. Ancak, pek çok ben'in birmerkezligine, baglayıcı, yaşam boyu varlıgını koruyacak bir düzene sokulabilecegi inancında da haksızdır; bilimin söz konusu yanılgısı da bazı tatsız sonuçlara yol açıyor' taşıdıgı deger, olsa olsa devletçe işe alınan ögretmen ve egiticilerin çalışmalarını basite indirgeyerek düşünme ve denemelerden kendilerini uzak tutmalarının saglanmasıdır. Söz konusu yanılgının bir diger sonucu da, aslında şifa bulmaz derecede aklından zoru olan pek çok insana 'normal', hatta sosyal açıdan üstün kişiler gözüyle bakılması, öte yandan aslında dâhi pek çok insanın kaçık sayılmasıdır. Bu yüzden, bizler bilimin kimi boşlukları içeren ruh ögretisini kişiligin inşa sanatı kavramıyla bütünlemekte, ben'inin parçalanıp dagılması olayını yaşamış kişiye, parçaları nasıl her zaman diledigi düzen içinde yeniden bir araya toplayıp yaşam oyununda sınırsız bir çeşitlilik saglayabilecegini ögretmekteyiz...
(Steppenwolf, p.183-85)

Ağustos 24, 2006

52

51

Hermann Hesse "kişilik kuruntusu burjuva toplumunun bastırdıgı
bir degerdir", diyor. Eski yazılarda Hintliler hiç 'ben' kelimesini kullanmazlarmış, çogul yazarlarmış.

Hintlilerin 'biz'iyle, kapitalizmin şizofrenisi arasında
bir fark var ama sanki.

Birisinde pek çok ruh var, tek bir yüzün arkasından sana bakan,
ötekisinde bir sürü yüz var, ardlarında hep aynı ruh.
Bu,
fakir hintlilerin aslında nasıl zengin,
zengin batılıların aslında nasıl fakir
olduklarını anlatan bir hikaye de olabilir.

50

You've so distracted me,
Your absence fans my love.
Don't ask how.

Then you come near.
"Do not..." I say, and
"Do not...", you answer.

Don't ask why
This delights me.

Rumî

Ağustos 23, 2006

49

kadın: benim
kadınlar: tanımadığım

erkek: kaçtığım
erkekler: tutkum

insan: onurludur
insanlar: başıbozuk

çoğul eklerine hiç güvenmiyorum

ben oluyorum
benler

48

Acaba dogup dogup duruyor muyuz?
Tekrar tekrar kaynatılan bir ota mı,
yoksa ağır ağır demlenen bir sirkeye mi
benzer rayihamız?

47

...Ugraşıp didinmelerinin başarısız kalacagını bilmekle yaşamın sıg ve aptalca nitelik kazanmaz. İyi bir şey, ideal bir şey uğruna savaşıp amacına ulaşacagını sanman hayatını daha çok sıglaştırır Harry. İdealler ulaşılmak için mi vardır? Bizler, biz insanlar ölümü yok etmek için mi yaşarız?...

Hermann Hesse (Der Steppenwolf, 1927)

46

Internetin bir cehennem oldugunu düşünmeye başladım. Her yer insan dolu. Hepsi birer 'kişilik' olmak için canla başla bagırıyorlar.

Bir roman olsa, 'hikayedeki rolü belirsiz, üstünkörü çatılmış karakterler' diyecegim; fakat, bunlar gerçekler... Gerçekler degil mi?

İnsanları severdim ben.
Hani?

Ağustos 20, 2006

45

Haksızlık mı ediyorum?
Tek lüksüm vardı, o da kalmadı.
Masa.
Artık kucagımda yazıyorum.
Parklarda yaşıyorum.

Masa evde.
Ev 'sigara içilmez.'
Evet, haksızlık ediyorum.
Herşeyi bırakabilirim.

Arzulamıyorum degil
bilakis, arzulamak için...

Masada çalışırken içtigim bir paket sigara
parka kaçıp yaktıgım ilk sigara eder mi?

Denklik mi arıyorum?
Neden?
Hayat hiç denkleştirilebilir mi?

44

Stay

Now the journey is ending,
the wind is losing heart.
Into your hands it's falling,
a rickety house of cards.

The cards are backed with pictures
displaying all the world.
You've stacked up all the images
and shuffled them with words.

And how profound the playing
that once again begins!
Stay, the card you're drawing
is the only world you'll win.

Ingeborg Bachmann

. . .

Yazmak
bir kumar
değil.

Kaybedecegin
belli.

Ne kadar?

O belli
degil.

. . .

Denemeye degmez miydi?

Ağustos 19, 2006

43

çalışmadan para kazanmak istiyorum
ugraşmadan sevilmek istiyorum

varlıgım varlıgına armagan olmasın.

42

Erkekte cinayet çok yakındadır, tam derinin altındadır, ürperir, arzu gibi gözlerinin kenarındadır, dışarı fırlamak üzeredir. Bir anlamda cinayet, arzunun suretidir: "onu size gösterme" istegidir.
Erkek gözlerinde bunu gördügünüzde kaçmak gerekir. Çogunlukla kalırız. Kadınlar hayatlarının erkegini ararlar, ama o bazen ölümlerinin erkegine benzer, bazen de aynı erkektir.
Camille Laurens - Erkeklerin Arasında

Erkeklerin farkı ne diye düşünen biri. Bu kitabı okumasam da olurdu. Iddialarından biri de erkeklerin intiharda daha başarılı oldukları. Okumasam da olurdu.

41

Send us the cure. We got the sickness already...

Sütçü Tevye'nin bu lafını ilk duydugumdan beri çok severim. Nedense bu gece aklıma geldi.

Ağustos 16, 2006

40

sanırım bu yüzden 'ölümsüz'...
bu çocuk hiç ölmeyecek.
3-D

Ağustos 15, 2006

39

Geri dönmek istiyorum.
Ama, geldigim yere degil.

38

Kelimeleri hayalimdeki bir kişiyi etkilemek üzere seçiyorum.
Işe yaramıyorlar.
Hala uzakta.
Anlam da, o da.

37

İki türlü başkaları var:
Tanımadıgım başkaları,
tanıdıgım başkaları.
Başkası yok.

36

Dilimde virüsler dolaşıyor.
Bugünkü ben, benim, benimki virüsü.

Ağustos 10, 2006

35

broken flowers

Ağustos 08, 2006

34

şu eski bavulumu
unutmalıyım bir yerde.
sürgün
onunla gittiğim her yerde.

Ağustos 07, 2006

33

Woolf'un kendine ait bir oda istemesi yerinde belki,
kendi zamanı için.
O odadan ne zaman çıkacak peki kadınlar?
Hiç kadın gezgin gördünüz mü siz?
Ya kadın denizci?
Ne zaman açılacak
kadınlar?

32

Camus'nun sürgünü anlatışını sevdim:

Thus the first thing that plague brought to our town was exile... It was undoubtedly the feeling of exile -that sensation of a void within which never left us, that irrational longing to hark back to the past or else to speed up the march of time, and those keen shafts of memory that stung like fire...
...
Thus, too, they came to know the incorrigible sorrow of all prisoners and exiles, which is to live in company with a memory that serves no purpose...

Ağustos 02, 2006

31

...meaning "terrible child", an enfant terrible is one whose startlingly unconventional behavior, work, or thought embarrasses or disturbs others.

30

"Bugün sana çok sevdigi karısı ölen bir adamı anlatacagım," diye başladı yabancı adam...

"Ölmek istiyor muydu?" diye sordu Gita yabancı adam konuşmasına ara verince.

"Istiyordu Gita. Yaşamaktan başka birşey istiyordu. Çevresini her zaman çok kalabalık buluyor, yalnız olmak istiyordu.. Evet, istiyordu ya. Genç bir kızken, senin gibi yalnız degildi; evlendiginde ise yalnız kaldıgını biliyordu; ama o yalnız olmak ve bunu bilmemek istiyordu."

"Kocası iyi biri degil miydi?"

"Iyiydi Gita; çünkü kadını seviyordu, kadın da onu seviyordu, evet Gita, yine de birbirlerine dokunmuyorlardı. Insanlar birbirlerinden öyle uzaktırlar ki; birbirlerini sevenlere gelince, asıl onlar birbirlerine çok uzak.. Kendilerine ait ne varsa birbirlerine atarlar ve yakalamazlar; aralarında öylece kalır bunlar...

Rilke, Mezarcı (1901)

Ağustos 01, 2006

29

sapık bile olamıyor insan
bilemezken
ne yöne saptıgını.

28

Bugün kiralık bir odaya daha baktım.
Tek istedigim bir pencereydi.
Önünde bir agaç, yol ya da insanlar.
Bir de yazmak için masa.
Seç birinden birini bakalım.
Ne çok şey istiyorum, ne yapacagım!
Kolaysa çık işin içinden bakalım.

27

Gece.
Bir defterimin ismini 'gece defteri' koymuştum. O sıralarda Tavandaki Kukla'yı okuyordum. Baş karakterin de defterine aynı ismi verdigini görünce birlikte birşey keşfederiz diye düşünmüştüm. O intikamcı bir kadındı.

Daha hiç intikam almadım. Tadı güzelmiş diye duydum; ama varamadım.

Ben şaşırmayı severim. Şaşırtmayı da. Ama zor oldu artık insanlar. Bilmedikleri şey yok.

Kadınların nasıl oldugunu anlatıyor adamlar; ve adamları adımlıyor kadınlar. Bu şöyle bir bilinç: yolda duran taşa vurmadan önce onu ayagında ve düşecegi yerde hissedersin.
Daha vurmadan "tak!" eder.

Sabahlarken sık sık kahve, çay içerim. Bardakta unuturum, sogur. Soguk çayı da, kahveyi de severim. Agzıma soguk kahve dökülmesini beklerken, sütten yaglanıp yumuşamış koyu kokunun damagımda genişlemesine hazırlanmışken, bir bakarım hafif, sulu birşey! Çaymış. Dedim ya, unuturum bardagı.

Degişik bir histir o. Kötü birşey olmuşçasına irkilir insan. Agzı, agza alınmayacak birşeyle buluşmuş gibi tükürmek ister. Mutlaka bir 'ah' ya da 'oh' gelir arkasından. Olmadı yüzünü büzer. Alt tarafı bardaga çay koydugunu unutmuş, eski zamanlardan kırk yıllık hatırı kalma bir kahveyi yudumluyordur oysa.

Şaşkınlık.

Beklediginin yerine şaşkınlık girdi kapıdan. Öyle ki, hoşgeldin mi demeli; kapı dışarı mı etmeli... onu bile şaşırdın.

Taşa vurdun ya, "löp"etti.

Taşa vurdun ama,
löp etti.

Temmuz 31, 2006

26

Fransızların 'kötü sevilmiş' kadın diye bir tabiri varmış.
Yeni ögrendim.
Demek ki, dünyanın bir yerlerinde 'iyi sevilen' kadınlar var!
Şunu ögrenemedim:
Bunun üzerindeki kadınlar nerede?

25

iligime kadar soyundum
uzakta
iliklerimi açamadım
yanında.

24

"Ona söyleme sakın," dedi. Söyleme dedigi hiçbir şeyi söylemedim. Uzun uzun anlattım. Görmek istedim, yanından neyin geçtigini biliyor mu, diye. Hatırlıyordu. Ama hiç anlamamıştı.

Bazen bir kadının yerinde olmak için neler vermezdim diyorum. Halbuki ne vermeyecegim ortada: Sır.

23

Sabah eve yürürken kaldırımın kenarından fırlamış gürbüz bir ot demeti dikkatimi çekti. Siyah, kararmış taşların arasından istekle fışkırmıştı. Kaldırımla, kenarında yükselen bahçe duvarı arasında hernasılsa kendine bir boşluk bulmuş, kiracı degil, ev sahibi gibi sırtını duvara vermişti.

Onun agzından sokagı anlatmak gibi keyifli bir işe ikna etti beni. Gölgeli Windsor Sokagı...

Çift katlı, ahşap evlere tırmanan kısa merdivenlerin korkulukları öyle alçak ki, eskiden buralarda sadece çocuklardan oluşan bir halkın yaşadıgından şüphe edilebilir. Evler taş olsalardı hemen yüzyıllık ömür biçecektim, fakat degiller. Ahşaplar. Kendi hallerinde şehri saran Viktoryen masalda rol alıyorlar.

Çogunluk, her evde iki sokak kapısı yanyana. Iki büyük aileyi yanyana büyütmüş bu evler. Şimdi altlı üstlü küçük ailelere bölünmüşler.

Sokaktan tıngır mıngır bir at arabasının ilerleyip, bizimkinin önünde durdugunu hayal ediyorum. Arabadan önce dokuz yaşlarında kıvırcık saçlı bir oglan çocugu fırlıyor. Üzerinde kısa pantolonu, denizci yakası olan beyaz bir elbise. Koşarak merdivenleri tırmanıyor. Korkuluklar tam onun boyunda malum. Kapının önünde neşeyle, birazda sabırsız zıplıyor; berikiler daha arabadan iniyorlar oysa.

Ev, şimdiki gibi maviye boyalıymış o zamanda. Ama, bahçeleri birbirinden ayıran tel örgüler yokmuş, rüzgarda çıkarttıkları şakırtıları da. Dışarının sesleri daha iyi duyuluyormuş bu yüzden.

Arabadan inen büyükçe bir genç kız tek eliyle şapkasını tutarak gökyüzüne bakıyor. Ötenin hangi kuş oldugunu saptamak ister gibi. Gülümsüyor; kuşların anlattıklarını dinliyor...

Arkasından iki kız daha iniyor. Atlı araba, yolcuları boşaldıkça derin bir nefes vererek yaylanıyor. Iki kızdan küçügü, -beş yaşlarında olmalı, evlerinin önünde olduklarını anlar anlamaz ablasının etegini bırakıp, kapının önünde posta kutusuna uzanmaya çalışan abisinin yanına koşuyor. Geride kalan genç abla, "Yavaş!" diyerek uyarıyor. Şimdiden annelige hazırlanıyor belli...

En son anne iniyor arabadan. Büyükçe sayılabilecek şapkasını düzeltip, gururla bakıyor koşuşturan çocuklara ve arkayı masmavi kaplayan evine.

Diger kapıdan çoktan inmiş olan baba, faytoncunun parasını ödemiş, hanımının dirsegini tutuyor hafifçe "Kaldırıma dikkat!"

Fayton yine aynı tıngırtıyla sokaga devam ederken, baba, posta kutusundan küçügün uzanıpta alamadıgı mektupları hünerle elinde toplayıp, cebinden anahtarına uzanıyor. Kapı bütün gün bu anı beklermiş gibi kaygan bir tıkırtıyla aralanıyor. Baba, kenarda hanımına yol verirken, ufaklıklar çoktan tahta merdivenleri yarılamış, paldır küldür yukarı tırmanıyorlar.

Onların odaları yukarıda. Aynı odayı paylaşıyorlar. Ablaları da öyle. Büyük oda da anne ve babanın. Aşagıda, girişin hemen solunda konukları agarladıkları salon var. Ardında yemek salonu ve yanında mutfak. Mutfagın yanındaki küçük oda, o zaman da çalışma odasıydı. Baba, işin ve özellikle evin hesaplarını burada yapardı.

Düşündüm de, o oda belki de hizmetçinindi. Verandada, tam şu anda benim oturdugum yerde oturur, patatesleri soyardı... ve ufaklıklar üstlerini başlarını yarım yamalak temizleyip, yanına koşarlardı: "Bilemezsin ne çok acıktık!"

Anneleri kızmaya kıyamazdı; bu işi de hizmetçiye bırakırdı. Nitekim, beriki bagırırdı: "Koşup durmayı bırakın bakiim! Evin altını üstüne getirdiniz!"... Öyle bir bagırırdı ki, ev onun sanırdınız.

Ev.

Şimdi bu ev parçalara ayrılmış. Yukarı parçada bir hispanik aile yaşıyor. Birsürü çocukları var, daha sayamadım. Sessiz çocuklar. Sessizce neşelenmeyi ögrenmişler.

Aşagı katta bizimkiler oturuyor. Yemek odası yok artık. Onun yerine mutfakta küçük, yanmaz plastikten bir masa yetiyor. Akşamları etrafında toplanıp, uzun uzun yemek yiyip, sohbet ediyoruz. Tıpkı eski günlerdeki gibi...

Akşam oluncada ben kanepede uyuyorum.

22

yokuşta geri geri
park etmeye çalışan araba
arkadan bir tane daha
yanaşır iyice
arkadan bir tane daha
düşünmek icin boşluk lazım
arkada bir araba
arkadan bir tane daha

(cinnah da olur ulus da)

Temmuz 30, 2006

21

Dışarıdan bakıldıgında ahlaksızlık hastalıgına yakalanmış görünüyor olabilirim.
Içeridense veba.

20

She turns to the window and sees a man and a woman getting into a taxi. This sight she finds so immensely attractive, so profoundly soothing, that it reminds her how unnatural it is to think of the sexes as seperate, how natural to think of them as cooperating with one another. And it leads her to speculate that, just as there are two sexes in the natural world, there must be two sexes in the mind, and that is is their union that is responsible for creation.. She recalls Coleridge's idea that a great mind is androgynous: "Coleridge certainly did not mean.... that it is a mind that has any special sympathy with women; a mind that takes up their cause or devotes itself to their interpretation. Perhaps the androgynous mind is resonant and porous; that is transmits emotion without impediment; that it is naturally creative, incandescent and undivided."
Mary Gordon (intr. A Room of One's Own)

19

Rüyada evlendigimi gördüm. Ilk tanıdıgım adamla. Üzerinde başkasının elbiseleri vardı; ama oydu. Herşey ne kadar olagandı. Birbirimizi sevmiyorduk. Fakat, çok heyecanlıydık; her an sevebilirdik.

18


New England...

Kafam karışık.
'A Room of One's Own'da Woolf'un istedigi sadece bir oda degil gibi geliyor.

'Ev'i anlatmak için hani bizde 'bir göz odacık' diye bir tabir vardır. 'Ev' şu anda anlatamayacagım kadar büyük bir kavram. Çok uzun.

Buraya 'çok uzun' yazmak için kaçtım; bu sefer de çok uzun yazasım yok...

'Ev' paspasına dünyayı sildigin yer
içeri almadıgın,
ve buna rağmen
içinde yalnız olmadıgın...

17


My first rain in New England.

Temmuz 29, 2006

16

poetic license

Temmuz 28, 2006

15

Hiçbir hemcinsimle rekabete girmedim hayatımda.
Öyle hissediyorum.
Demek ki yenilmemişim.

Buna sevinmek,
en çok ben öldürdüm
diye savaşta böbürlenmeye benziyor.
Tiksiniyorum
beni yarıştırmak isteyenlerden;
Rekabete davet aldıgım an
çekiliyorum.

Beni yarıştırıp mı göreceksin degerimi?
Çıplak gözle seçemiyor musun...

Gel ben sana inancı degil,
inanmamak özgürlügünü vereyim.

Kanıtlamak gerekirse:
inan o ben degilim.

14

Rosine ve Klothilde...
ve Jakob Gans.

her kadının ortak noktası
bir erkek belki de.
ya da dünyada yeterince erkek yok.

Rastlantı çok
ya da hiç yok.

13

"Kimi insanlar vardır, anne babaları bunlar henüz beşikteyken ansiklopediden çıkmış gibi tınlayan adlar koyarlar; bu insanlar ne pahasına olursa olsun ünlü olmak zorundadırlar. Çocukken düşüp boyunlarını kırmaları da işte bu yüzdendir."
Rilke, Sır (1897)

Temmuz 27, 2006

12

'ateş merdivenleri' yerine
aşk merdivenleri
'dört odalı kalp' yerine
dört odalı kapı
okuyuvermiştikte,
çok gülmüştük.

Temmuz 26, 2006

11

bana anlamadıgım şeyler anlatma.
öyle yanlış anlarım ki.

anlatamam sonra sana
öyle yanlış anlarsın ki...

10

kedi bavulumun içine girmiş,
ütülü, temiz çamaşırlarımın üzerinde yatıyor.
bayılıyorum bu küstahlıgına,
kovmak aklımdan geçmiyor
çaresizlikle degil,
zevkle seyrediyorum.
umurumda degil,
umurunda degil.
çok seviyorum onu
yalan degil.

9

Rilke'nin bir hikayesi çok hoşuma gitti. (Kaçış, 1896/97)

Birbirlerine aşık bir oglanla, kızın hikayesi. Kilisede insanlardan sakınarak buluşmaları, oglanın sıkı sıkıya tuttugu kızın eski, paralanmış eldivenleri içindeki minik elleri, dışarıdaki tüm vahşiliklere inat birbirlerine sıgınmaları, sıcaklıkları, loş ışıkta dudaktan dudaga akan sessizlikleri...

Sonra o not... Sevgililerin talihsizligi "hadi kaçalım buralardan" dedikleri anda mı başlar? Tren garına sevgilisinin gelmeyecegini umarak giden insanlar var. Sözüne sadık kalma gereginin ortadan kalkmasıyla duyulacak o hafifligi bekler yerine.

Nick Cave'in söyledigi bir şarkı vardı:
Come sail your ships around me
and let your bridges down...

Köprüleri yakan insanlar da var. "Ne olursa olsun... deger"
Öyle mi düşünürler? Cesaretli midirler? Yoksa fazla mı heyecanlı? Ya da aptal derecede meraklı?

Hikayede kız evinden kaçar, oglan tren garından. Ben elimde bavul, sabırsız garda bekleyenim; ben perona içim sıkılarak bakıp sessizce orayı terk eyleyenim. Ikisi gibi.

Rilke büyük adam. Sevdim onu.

8

aslında 1'i lazım bana.

rivayete göre, onu görür görmez tanıyacakmışım.
uzun uzadıya anlatmak gerekmeyecekmiş
o zaten bilecekmiş.

2 mum yakıp on2 ay dua edersen
bulurmuşsun o 1'ini.
senin 1'in.
yoksa sen mi, ona 1'din.

neyse işte, sayılar kafa karıştırır malum.
1'in hangi yarısını anlayamadıysam.

ben buraya 1 yıl yazarım
dallarına pembe ibrişimden
kurdelalar baglarım
1'i bulur
ya da bulmaz

haberin olsun
o 1 benim
yoksa,
umudu nah buraya gömerim.

her halukarda,
ben hep yenerim.
hep ben yenilirim.

7

7 güzel sayıdır.
4'üm ben, ama aklım 7'de.
3 mü lazım şimdi eve?

- - - - - -
elde var sıfır.


ama, belli mi olur.
susmayı da beceremem, şimdiden söyleyim.

'kendine güvenmeyenler çok konuşur' tezi karşısında şöyle söylemek geçiyor içimden:
"kendime güvenmiyorum lan! ne var!"

. . .

o degil de,
bir de fazla merak var bende
annanemde de şeker vardı

6

"Aşkı yendim" yazdım geçenlerde defterime.
Bir defterim var benim, defteri dürülesice.
"Bir gün umudu da yenecegim."


Sonradan not:

Bilmiyor muydum o gün? Umut
karanlıgın önünü kesen son perde.