Eylül 26, 2006

92*

Aşagılarda bir yerde kuytu odalar vardı. Nereden geldigi belirsiz, sinsi bir su içeri sızardı. Nemden yosun tutmuştu taşlar. Duvarlar ıslak, pencereler et gibi taşa kaynamıştı.

Buraya güzel elbiselerini giyip gelirdi insanlar. Bir tek ayakları çıplaktı. Yanlarında çantalarını getirenler şanssızdı. Ne var, ne yoksa kaybolurdu burada. Kaygan karanlıkta aradıgını bulmak imkansızdı.

Aramadıklarınsa gelip seni bulurdu. Önüne seni tanıdıgını iddia eden yabancılar çıkar, üstüne ellerini sürerlerdi. Ürkse de insan, koyu ışıkta gidebilecegin güvenli yönü bulmak zordu. Üstelik, yabancılar yolları iyi bilirlerdi. Aşagıları bu kadar iyi bilmeleri, seni tanıdıkları iddiasının da dogru olma ihtimalini akla getirirdi.

Benim de başıma geldi. Bir gece yabancılardan biri önümü kesti. "Merhaba," dedi sırıtarak. Tıknaz, kısa boylu, kirli dişli bir adamdı. Kelleşmeye yüz tutmuş kafasından beresini çıkartarak, yuvarlanmaya benzer bir reveransla, aramızda bir karış mesafe kalana dek yaklaştı:
"Merhabalar, şekerim!"

Tıkanmış bogazımdan, ben farkında olmadan hırıltılıyla karışık bir cevap geldi:
"Merhaba?"

Beriki, beklemeden atıldı: "Şekerim," dedi, "Biliyorum sırrını." "Ama, merak etme başka kimsenin bilmesi gerekmiyor... Bilsen ne çok seviniyorum senin için! Ne güzel... Ne güzel!" Ellerini şaklattı.

- "Hiçbir şey anlamadım!"

- "Hadi ama, boş boş dikilip duracak mıyız burada? Konuş. Tüm detayları bilmek istiyorum!"

Etrafa bakındım. "Burası çok soguk. Üşümüyor musunuz?"

- "Soguk kolay, kolay! Gel şurada kuytu bir köşe biliyorum. Borulardan ılık hava eser... Gel, gel. Çabuk! Sonra da anlat her şeyi!"

- "Ben gerçekten de çok üşüyorum burada. Anlatacak bir şeyim de yok, inanın!"

- "Anlatacaksın şekerim! Gel, gel. Daha çok zamanımız var."