Mayıs 31, 2007

255

bu gece
herhangi biri ölçeginde
hala okuyamıyorum
eski mektupları

Mayıs 30, 2007

254

O, hayatımda tanıdığım en bencil olan.
Ne kadar yalvarsam da taş gibi duran.
O, anlayan
ama anlatmayan.
O, nabzı atmayan.
O, hep aralık kalan.
O, kızmayan, çıldırmayan.
O, dokunamadığım,
ama bir an bile gözden kaybolmayan.

253

Bile bile kendini iskeleye vuran etli balıklar vardı. Hava yüksek. Aydınlık kör edici ve güneş degil sebebi. Tahtaya çarpan kaygan balıkların çıkarttığı tok ses hala kulagımda. Ve ne çoklar! Kanatlılar, kılıç burunlular, büyük gözlüler. Hepsi canlı. Kayıp aşaga düştükçe geri çıkmaya çalışıyorlar. Gören, sudan korkup kaçtıklarını sanır. O kadar çoklar ki, su görünmüyor. Su, üstüste yıgılmış, çırpınan, iştahlı bir parlak gri. Suyun üstü tuzlu et örtüsü. Açılan iştahını tekrar kapatacak kadar çoklar... Sıkışmış havada bir bereket bulantısı.

252

Marketin beyaz duvarına gömülmüş, bozuk süt gibi pıhtılaşan suratımla adım adım kamufle oluyorum. Tepemin üzerindeki havalandırmadan yayılan taze kavun kokusunun altında, aroma terapi seansına girmiş, şehir depresyonlu bir arıza gibiyim. Elimdeki sigara paketini sıkarak, içtiğimi hayal ederken, bu arındırma törenine katılmış, tekerlikli arabaların çektiği insanlara bakıyorum. Onlar tekerleklere, tekerlekler marketin sokaklarına bağlanmış. Kan dolaşım sistemi dik açılarla çalışan, tek hücreli bir yaratığa kenetliler. Yaşamı o kadar basit prensiplere bağlı ki, zevk almamak elde değil. Tek kural bağlan: Bırak akıntı seni taşısın. Arın ve ak. Aktıkça arın. Hücre beslendikçe zevk büyüsün. Zevk beslendikçe hücre büyüsün. Tek kural: kuralı bozma: bağlantıyı kopartma.

Ama, doksan derecelik vektörlerle ilişkiye girmekte tereddütdeyim.
Hazzın ertelenmesi: Akıntıya karşı durdukça bir başka zevk büyüyor.

Bağlanıyorum, ama kavun kokusuna. Sütlerin üzerine işeyerek, beyaz duvarın içime girmesine izin veriyorum. Ben zevk aldıkça bir damar tıkanıyor. Diğerleri koyulaşırken bir damar giderek ağarıyor. Arabalar başka yönde şimdi. Sesler beyazdan kaçıyorlar. Buraya kadar gelipte geri dönmek isteyen akıntı giderek güçlenirken, boşluk bir tıkanıklık açıyor. Boruda sıkışan hava gibi. Gözgöze geldiğim bir araba şangırdayarak raflara bindirdi. Yere yığılan şampuanlara kimse dokunmuyor bile. Geriye dönmeyi beceremeyen bir araba hızla yanımdan geçmeye çalışırken kayıp, marketin posterlerle özene bezene kapatmaya çalıştığı camı yarıp dışarı fırladı. Artık sınır yok. Dolaşım sisteminde bir kara delik.

Parçalanan camla beraber şehrin sesi içerinin klimalı havasını iştahla yutuyor. Hücre içine püsküren zehirli gazla can çekişiyor. Akıntı artık her yerde, içerisi dışarıda, dışarısı içeride. Market artık şehre bağlanıyor. Patlıyor.

Yaklaşan güvenlik görevlisiyle gözgöze geldiğim an beyaz duvarla kopuyoruz. Uyuşukluğum korkmama engel. Nasıl olsa geldiğinde bir hikaye uydururum, sonuçta birşey yaptığım yok.

-“Memur Bey, ne alacağımı unuttum, ama çok da önemliydi. Zaten çok zor park yeri buldum. Şimdi gidip bir daha gelmeye kalksam... hatırlayana kadar burada dolaşayım en iyisi, aslında bir sigara içsem faydası olur ama...”

Adam bu noktada, “Siz...” diye başlayan, önü kesilmiş lafını unutarak, sorguya başlıyor: -“Yiyecek birşey miydi?”

Arkada başlayan yağmalamada, yerdeki donmuş patates paketlerini çantasına doldurmakta olan kadını gösterip kurtulmak mümkünse de, canım biraz uğraşmak istiyor demek:

-“Kesinlikle! Ve mavi birşeydi üstelik. Tabii aslında Mavilerle hiç ilgisi yok. Yani akşam yemek yapmam gerek ve sanırım tatlı yapacaktım ve ana malzemesi o olsa gerekti. Noktasız bir cümle kurabilir misiniz siz? Tatlısız yemek olmaz ki! Tabii bir keresinde akşam kuşağını kaçırdığım için dışarıda çöplenmek zorunda kalmıştım. Tabii hemen ortaya çıktı ve sekizyüz ceza puanı ödemek zorunda kaldım...”

Adam kollarını kavuşturdu: ”Sonunu bilmeden hiç roman yazmanın mümkün olduğunu düşündünüz mü, peki?”

Adama deli deli baktım. “Üzüm” demek bu kadar zor muydu? Aroma terapimi yarıda bırakmanın sıkıntısı yetmez gibi, cevap bekleyen cevaplarla canımı daha da sıkacağını düşünerek işi biraz daha ciddiye aldım:

“Aslında tabii roman yazmayı düşündüm; ama çok uzun ve tabii o kadar tabiî lafı nereden bulabilirim bilmiyorum.”
-“Ne hakkında, üzüm olabilir mi?”
-“Evet! Tabii! Işte! Aradığım buydu!” .

Adam canımı daha da sıkmaya hazırlanırken, yerdeki donmuş üzüm paketini ayağımla itip kendime yol açarak, camın arkasında, kaldırıma yanaşan çöp arabasına doğru yürüdüm.

Ne iç karartıcı bir dialogdu bu tanrım! Ölümüne satranç oynarım daha iyi.

(Market/1999)

251

Hiçbir seferinde, hiçbir kere.
Boşuna, boş yere, boş zaman:
Uyku zamanı. (O zehirli yeşilleri)
Uyanıkken göremezsin ama rüyada her zaman.
Sarı kahve bardağı, badem liköründe közlenmiş.
Onca iş arasında klavyeye sıkışmış küller, diş arasına kaçmış kırıntılar, tırnak pisliği, saatin üzerinde erimiş ter birikintileri kazınır.
Tüm literatür köşeye sıkışmak üzerine.
Köşeye sıkışmış yaşarsın, köşeye sıkışıp ölürsün.
İlaç içmeyi yine unuttum.
Sifon bozuk, sürekli su akıtıyor.
O suyun sesi nasıl taşıdığına inanamazsın. Yukarı kattaki flütçü neredeyse banyomda. Taşmış küvette uzanıp yattığım beş dakika boyunca, o bol 'ş'li literatürden uzaklaşıp, tüm binanın sesini dinledim:
Yan dairede çıplak ayak taşların üzerinde dolaşan adam, binayı kateden çöp bacasından düşen ıslak torbalar, bir başka dairedeki açık televizyon... Biri pencerelerini açıyor, sokak kapısından giren adam asansörü uyandırdı. Ve yukarıdaki flütçü. Tatil boyunca durmadan çaldı. Acaba gizlice banyoda pratik mi yapıyor? Ona birgün meşhur olsa bile konserlerine gidemeyeceğimi, çünkü kendimi kaybetmemek için sadece CD'den kurutulmuş müzik dinleyebildiğimi söylesem her gece ırzıma geçmeyi bırakır mı? Hem yandakilerin yeni çocuğu oldu. Kadın çocuğu uyutmaya çalışıyor. Uyusunda boğulasın şimdii. Boğulupta, banyoda uyuduğunu sanasın, ninnii.
Hepsi beynime su gibi doldu. Apartmanı su gibi ezberledim. İçinde yüzdüm. Sahibi oldum.
Ben, göbeğinden geçen bol ekşili, orta yosunlu, ıslak bir çöp kanalıyla beslenen yaşlı bir embriyoyum. Her şey burada; yatıp kalktığım su yatağında. Koca binanın nasıl soluk alıp verdiğini duydum. Tüm duvarları ortadan yok ederek beş dakika herkesi çırılçıplak gözetledim. Köşede durmadığım beş dakikada.
Uyku.
Sonra suratıma sıkışmış o hissi kazıyarak yazdım olanı biteni.
Bilemediğim bir eşikten sonrasını hiç geçemedim. Son dakikaya kadar bekledim; 'ama belki de' dedim, 'suda çukur kazmaya çalışıyorum'.
Sudan şeyler işte.
Boşuna, boş yere, boş zaman.

250

Ben'in
ben olması için
tanığa ihtiyacı var mıdır?


hay, bu benin içine sıçayım o halde...

249

Caddede bir fare gördüm. Kaldırımda dikilen iki kız gösterdi.
Fındık kadardı.

Tekerleklerin arasında nefes nefeseydi. Durdum.

Arabalar kalktı. Şeridinden fırladı. Koştu, durdu, kalktı, koştu kaldırıma vardı. Nasıl ezilmedi?

Kayboldu.
Yaklaştım. Başı uzandı kenardan. Fırladı kaldırıma.

Bir fare gördüm. Fareye benzeyen insanlar gördüm.
Bacaklarımız yaydandı.

Fark ettim ki, durmasını telkin etmek için
dinmeliydi önce zıplaması.

Mayıs 27, 2007

248

247



Mayıs 21, 2007

246

Deli olmadıgımı kanıtlamak için yaptıklarım tam bir zavallılık örnegi! Uzun uzun bir sürü kelime sarf etmek, üşenmeden cümleleri ard arda dizmek gerekiyor. Bir noktadan öbürüne nasıl gittigimi anlamazlarsa diye korkuyor olmalıyım.

Bir noktadan ötekine nasıl gittigimi kendim anlamadıgımda daha da korkuyorum.

Delirmenin yanısıra, bir de aslanlardan korkuyorum. Çok büyükler! Sesleri de büyük! Bir de, kararlılar hani...
Yolda önüne aslan çıkma ihtimali sıfır mı? Değil.

Sıfır mümkün mü sahiden?

245

The difficulty is our reluctance to accept the idea that knowledge can exist without words to explain it. Accepting this proposition is not as easy as saying you accept it. The whole of humanity has moved away from the abstract. It takes years for an apprentice to be able to go back to the abstract, that is, to know that knowledge and language can exist independent of each other.
The crux of our difficulty in going back to the abstract is our refusal to accept that we can know without words or even without thoughts. Knowledge and language are separate...

Carlos Castaneda (The Power of Silence)

244

If on a winter's night a traveler...

Mayıs 12, 2007

243

As I was walking up the stair
I met a man who wasn't there.
He wasn't there again today.
I wish, I wish he'd stay away.
Hughes Mearns, in "The Psychoed"

Mayıs 09, 2007

242

ne buldum ne buldum ne buldum!

Mayıs 08, 2007

241

Bir seferde bir kelime okunabilir ancak.
Edmond Jabes
(Biricik Bir Son Kaygısı)

240

...Cinayetleri, çoğu zaman, "kavramlar" işletir. Cinayetler, hep, "kavramlar" adına savunulur.
Cinayet işlemek zorunda degiliz ki!
Bilge Karasu (Ne Kitapsız, Ne Kedisiz)

Mayıs 03, 2007

239

All the things that look meaningless,
are the actions we take, to feel alive...
and every sin can be justified with this cause.

Mayıs 02, 2007

238

Kapı açıldı. "-Girebilir miyim?"
-Kim o?
-Ben!.. Nasılsın?

Çoktan içeriye girmişti bile. Hemen masanın yanındaki tabureye ilişti. "Epeydir görüşmedik!"

'Epeydir' uzun bir süre demekti. Bu süreyi uzatmak için uğraşmıştı –epeydir. Birgün, "Epeydir görüşmedik" diye başlayan bir karşılaşma olacaktı elbet. Demek o gün, bugündü.

Kucagındaki çocugu öbür koluna geçirerek lavabodaki işini bıraktı; gülümseyerek masanın öbür ucundaki koltuga oturdu. "Nasıl gidiyor her şey?"

Öteki, daha çok karavanın içindekilerle ilgileniyor gibiydi. Egilip yerden, sandalyelerden birinin arkasına yuvarlanmış oyuncagı aldı. Gözleri, perdelere, sonra mutfaga, daha dogrusu mutfak yerine geçen tezgahın üzerine takıldı. Baktıgı yere kadın da döndürdü bakışlarını.

-Kahve ister misin, ya da çay?

Aslında geldigine sevinmiş ve onu rahat ettirmek için çabalıyor gibi görünmek istemiyordu; alışkanlıktan sormuştu... Tam da çaresiz çırpınan ev sahiplerine yapıldıgı gibi adam teklifi geçiştirdi:

-Almayım bir şey, belki daha sonra...

Kadın durumunu düzeltmek için ayaklandı. "Ben bir çay alacagım." Kolunda sessiz, etrafa bakınan çocugu kaldırarak adama uzattı. "Iki dakika tutar mısın şunu."

Adam çocugu havada kollarına alırken, bakışlarıyla kadını takip ederek sordu:
-Adı neydi bunun? Ne şeker şey!
-Adı yok daha. Düşünüyorum.
-Ne kadar oldu?
-Dört aylık.
-Ben ne zaman dogdu hatırlamıyorum. O aralar yok muydum acaba?
-Bilmiyorum. Mayıs'ta dogdu.

Kadın, üzeri tüten bir bardakla masaya geri döndü. "Sagol. Alabilirim artık."

Adam, çocugu uzatırken belli belirsiz mırıldandı: "Mayısta, kuzeydeki panayırda olmalıyım." Sesini temizleyerek sordu:
-Adı yok mu sahiden?
-Düşünüyorum dedim ya.

Adam, geri çekilme ihtiyacı duyarak, etrafa bakındı. "Yalnız mı oturuyorsun?"
Kadın başını salladı. "Biraz toparlanıncaya kadar burada kalacagım, sonra herhalde şehre döneriz."
"Ne çok zaman geçti... Nasıl oldu peki bu? Yani... nasıl karar verdin?"
Kadın kucagındaki çocuga baktı. "Karar vermedim. Düşünmedim bile. Fark ettigimde her şey ayarlanmış gibiydi...
Çocuga hafifçe sarıldı. "Ben onu daha yokken bile seviyordum."
Adam çocuga kaçamak bir bakış attı. "Ben yokken çok şey olmuş burada."

Kadın adamın sesinde hesaplanmamış bir kıskançlık ayırt etti. Hoşuna mı gitmeliydi bu durum? Ama gitmedi. Kucagında uykuya dalan çocugu kollarının arasında toparladı, eliyle alnındaki saçları düzeltti. "Sen neler yaptın peki? Iyi görünüyorsun."

Adam, elindeki oyuncagı düşürdü. Sakarca geri almaya çalışırken yine düşürdü. Muzipçe gülümseyerek, "Ne bileyim! Dolaşıp durdum. Aslında serserilige devam ettim.. Hoş, o zamandan beri bir daha o kadar dagıtmadım" dedi. Tepkisini görmek için yerinde sıkılganlıkla hareketlenen kadına baktı. "O gün ne sarhoştuk ama degil mi! Iki gün durmaksızın uyudum sonra!"

"Ben o kadar da sarhoş degildim canım! Bayagı eglenmiştim ama... galiba... çok da hatırlamıyorum şimdi..."

Adam yerinde biraz daha dogruldu. "Sahi, en son o zaman mı görüşmüştük?"

Kadın çocuga baktı. Aşagıya kayan kolunu düzeltti. "Yataga yatırsam iyi olacak," diyerek ayaga kalktı.

Adam da kalktı yeriden. Bir şey çıkartacakmış gibi elini montunun cebine attı. Öylece bekledi. Kadın ne yaptıgını görmek için başını çevirdi. Yerinde öylece durmaya devam eden adamı görünce, kucagındaki çocukla geri döndü.

"Bu sefer ne kadar kalacaksın?" diye sordu, daha sorunun yarısında pişman olarak.
"Kışa kadar buradayım." Sıkılarak devam etti adam: "Nerede?... Yani, babası?"
Kadın, sözlüde çalıştıgı soru gelen bir ögrencinin ferahlıgıyla cevap verdi:
"Kıştan sonra gelecek."
2001

237

...Sanatçıların ulaşamaması nedeniyle AKM'deki iki gösteri iptal edildi. İstanbul Devlet Opera ve Balesi Müdürü Kerim Soysal, programa göre AKM Küçük Salon'da saat 19.30'da müzikal komedi "Bir Tenor Aranıyor" ile Büyük Salon'da saat 20.00'de "Elektra" operasının sahnelenmesinin planladığını, ancak 1 Mayıs eylemleri nedeniyle sanatçıların ulaşamadığını belirtti. Sanatçıların gösterilere hazırlanabilmeleri için saat 14.00'ten itibaren AKM'de olmaları gerektiğini kaydeden Soysal, trafik yoğunluğu ve olaylar nedeniyle sadece bir trombon sanatçısının gelebildiğini, bu sanatçının da biber gazından etkilenmiş durumda olduğunu ifade etti. (Milliyet, 1 Mayıs 2007)

... ah Aziz Nesin ah!