Mayıs 30, 2007

252

Marketin beyaz duvarına gömülmüş, bozuk süt gibi pıhtılaşan suratımla adım adım kamufle oluyorum. Tepemin üzerindeki havalandırmadan yayılan taze kavun kokusunun altında, aroma terapi seansına girmiş, şehir depresyonlu bir arıza gibiyim. Elimdeki sigara paketini sıkarak, içtiğimi hayal ederken, bu arındırma törenine katılmış, tekerlikli arabaların çektiği insanlara bakıyorum. Onlar tekerleklere, tekerlekler marketin sokaklarına bağlanmış. Kan dolaşım sistemi dik açılarla çalışan, tek hücreli bir yaratığa kenetliler. Yaşamı o kadar basit prensiplere bağlı ki, zevk almamak elde değil. Tek kural bağlan: Bırak akıntı seni taşısın. Arın ve ak. Aktıkça arın. Hücre beslendikçe zevk büyüsün. Zevk beslendikçe hücre büyüsün. Tek kural: kuralı bozma: bağlantıyı kopartma.

Ama, doksan derecelik vektörlerle ilişkiye girmekte tereddütdeyim.
Hazzın ertelenmesi: Akıntıya karşı durdukça bir başka zevk büyüyor.

Bağlanıyorum, ama kavun kokusuna. Sütlerin üzerine işeyerek, beyaz duvarın içime girmesine izin veriyorum. Ben zevk aldıkça bir damar tıkanıyor. Diğerleri koyulaşırken bir damar giderek ağarıyor. Arabalar başka yönde şimdi. Sesler beyazdan kaçıyorlar. Buraya kadar gelipte geri dönmek isteyen akıntı giderek güçlenirken, boşluk bir tıkanıklık açıyor. Boruda sıkışan hava gibi. Gözgöze geldiğim bir araba şangırdayarak raflara bindirdi. Yere yığılan şampuanlara kimse dokunmuyor bile. Geriye dönmeyi beceremeyen bir araba hızla yanımdan geçmeye çalışırken kayıp, marketin posterlerle özene bezene kapatmaya çalıştığı camı yarıp dışarı fırladı. Artık sınır yok. Dolaşım sisteminde bir kara delik.

Parçalanan camla beraber şehrin sesi içerinin klimalı havasını iştahla yutuyor. Hücre içine püsküren zehirli gazla can çekişiyor. Akıntı artık her yerde, içerisi dışarıda, dışarısı içeride. Market artık şehre bağlanıyor. Patlıyor.

Yaklaşan güvenlik görevlisiyle gözgöze geldiğim an beyaz duvarla kopuyoruz. Uyuşukluğum korkmama engel. Nasıl olsa geldiğinde bir hikaye uydururum, sonuçta birşey yaptığım yok.

-“Memur Bey, ne alacağımı unuttum, ama çok da önemliydi. Zaten çok zor park yeri buldum. Şimdi gidip bir daha gelmeye kalksam... hatırlayana kadar burada dolaşayım en iyisi, aslında bir sigara içsem faydası olur ama...”

Adam bu noktada, “Siz...” diye başlayan, önü kesilmiş lafını unutarak, sorguya başlıyor: -“Yiyecek birşey miydi?”

Arkada başlayan yağmalamada, yerdeki donmuş patates paketlerini çantasına doldurmakta olan kadını gösterip kurtulmak mümkünse de, canım biraz uğraşmak istiyor demek:

-“Kesinlikle! Ve mavi birşeydi üstelik. Tabii aslında Mavilerle hiç ilgisi yok. Yani akşam yemek yapmam gerek ve sanırım tatlı yapacaktım ve ana malzemesi o olsa gerekti. Noktasız bir cümle kurabilir misiniz siz? Tatlısız yemek olmaz ki! Tabii bir keresinde akşam kuşağını kaçırdığım için dışarıda çöplenmek zorunda kalmıştım. Tabii hemen ortaya çıktı ve sekizyüz ceza puanı ödemek zorunda kaldım...”

Adam kollarını kavuşturdu: ”Sonunu bilmeden hiç roman yazmanın mümkün olduğunu düşündünüz mü, peki?”

Adama deli deli baktım. “Üzüm” demek bu kadar zor muydu? Aroma terapimi yarıda bırakmanın sıkıntısı yetmez gibi, cevap bekleyen cevaplarla canımı daha da sıkacağını düşünerek işi biraz daha ciddiye aldım:

“Aslında tabii roman yazmayı düşündüm; ama çok uzun ve tabii o kadar tabiî lafı nereden bulabilirim bilmiyorum.”
-“Ne hakkında, üzüm olabilir mi?”
-“Evet! Tabii! Işte! Aradığım buydu!” .

Adam canımı daha da sıkmaya hazırlanırken, yerdeki donmuş üzüm paketini ayağımla itip kendime yol açarak, camın arkasında, kaldırıma yanaşan çöp arabasına doğru yürüdüm.

Ne iç karartıcı bir dialogdu bu tanrım! Ölümüne satranç oynarım daha iyi.

(Market/1999)