Eylül 30, 2006

94

Eylül 29, 2006

93

fakat mösyö, eliniz...

Eylül 26, 2006

92*

Aşagılarda bir yerde kuytu odalar vardı. Nereden geldigi belirsiz, sinsi bir su içeri sızardı. Nemden yosun tutmuştu taşlar. Duvarlar ıslak, pencereler et gibi taşa kaynamıştı.

Buraya güzel elbiselerini giyip gelirdi insanlar. Bir tek ayakları çıplaktı. Yanlarında çantalarını getirenler şanssızdı. Ne var, ne yoksa kaybolurdu burada. Kaygan karanlıkta aradıgını bulmak imkansızdı.

Aramadıklarınsa gelip seni bulurdu. Önüne seni tanıdıgını iddia eden yabancılar çıkar, üstüne ellerini sürerlerdi. Ürkse de insan, koyu ışıkta gidebilecegin güvenli yönü bulmak zordu. Üstelik, yabancılar yolları iyi bilirlerdi. Aşagıları bu kadar iyi bilmeleri, seni tanıdıkları iddiasının da dogru olma ihtimalini akla getirirdi.

Benim de başıma geldi. Bir gece yabancılardan biri önümü kesti. "Merhaba," dedi sırıtarak. Tıknaz, kısa boylu, kirli dişli bir adamdı. Kelleşmeye yüz tutmuş kafasından beresini çıkartarak, yuvarlanmaya benzer bir reveransla, aramızda bir karış mesafe kalana dek yaklaştı:
"Merhabalar, şekerim!"

Tıkanmış bogazımdan, ben farkında olmadan hırıltılıyla karışık bir cevap geldi:
"Merhaba?"

Beriki, beklemeden atıldı: "Şekerim," dedi, "Biliyorum sırrını." "Ama, merak etme başka kimsenin bilmesi gerekmiyor... Bilsen ne çok seviniyorum senin için! Ne güzel... Ne güzel!" Ellerini şaklattı.

- "Hiçbir şey anlamadım!"

- "Hadi ama, boş boş dikilip duracak mıyız burada? Konuş. Tüm detayları bilmek istiyorum!"

Etrafa bakındım. "Burası çok soguk. Üşümüyor musunuz?"

- "Soguk kolay, kolay! Gel şurada kuytu bir köşe biliyorum. Borulardan ılık hava eser... Gel, gel. Çabuk! Sonra da anlat her şeyi!"

- "Ben gerçekten de çok üşüyorum burada. Anlatacak bir şeyim de yok, inanın!"

- "Anlatacaksın şekerim! Gel, gel. Daha çok zamanımız var."

91

Yazmaktan sıkılacagım güne bakıyorum.
Uzakta olmalı.

Iyi.

Ilk iş sıkılacagım güne bakarım.
Bakınca hemen görünür zira.

90

Karar verdim:
Tanrı'yla degil,
Tanrı'ya inananlarla
karşıtlıgım.

-ki,
bunu katvizitine yazsa,
ne kadar cakalı olurdu
şeytan.

89

Gutenberg Project'de
yazarı belli olmayan eserler
'Anonymous' listesinde.
Orada duruyor:
Incil.

Oraya degil.
Fakat, başka nereye?

Isimsiz desen, adı degil.
'G'lere koysan, yeri degil.

Yere göge koyamadım seni!
O halde 'Y'ler en iyisi.

88

Pek çok insanın sorunu burada dügümleniyor olabilir:
Ürettigi şeye deger vermiyor;
deger verdigi şeyler üretmiyor.

Iki türlü de çözülebilir görünüyor degil mi?
Degil.
Bir türlü çözülebilir.

Dürüstlükle.

Eylül 25, 2006

87

Bir mucize olmayacak.
Kapısı bu cümlenin ardında
görmedigim evimin.
Bahçesinde çocuklar
şarkı söylüyorlar:
Bir mucize olmayacak. Gel.

Eylül 23, 2006

86

- Merhaba.
- Oturun lütfen, konuyla ilgili birkaç sorum olacak.
- Tabii... e...
- Evet?
- ... Yok bir şey.
- Söylemek istediginiz bir şey varsa konuşun lütfen, çekinmeyin.
- Ben... aslında...
- Evet?
- Sadece... ben...
- Evet. Siz?
- Gördügünüz gibi beceremiyorum. Lütfen siz sorularınıza geçin.
- Söylemek istediginizi söylemenizi engelleyen bir şey mi var?
- Hayır. Sadece kelimeleri yanyana getirmekte beceriksizim. Boşverin en iyisi.
- Hanımefendi! Hiçbir şeyi boşveremem şu konumda! Lütfen konuşun.
- ... İyi ama...
- Deneyin!
- Peki. Sizi gördügümde beklemedigim bir şey oldu. Mideye saplanan bir agrı, bacaga giren bir kramp gibi. Şu cebinize soktugunuz elinizden mi, gömlegin altında kabarıp duran köprücük kemiginden, ya da şakagınızdaki kızarıklıktan da olabilir. Beni beklerken elinizi başınıza mı yaslamıştınız? Dışarıyı mı seyrediyordunuz? Yoksa, bana soracagınız soruları mı düşünüyordunuz? Ben sizi gördügümde vakit kaybetmeden sarılıp, dudaklarınızdan öpmeyi düşündüm.
- Acaba Temmuz'un 11'inde akşam sekiz sularında...
- Böyle vakit kaybediyoruz.
- ... neredeydiniz?
- Ben hep buralardaydım.
- Bir tanıgınız var mı?
- Acele mi ediyorum?
- Ya da sıradışı bir ses duydunuz mu?
- Hiçbir şey duymadım.
- Peki. Teşekkürler, gidebilirsiniz.

85

mezarına kuyu açıp,
sütümü suyuyla karmazsam;
balıgı limonlayıp,
iftari taşında açmazsam...

- - -
küfür mü bu
bilemedim.
demez miydim:
'vay hergele!
bre hani bize?'

84


Mezarlıga kuyu açtırmak kimin aklına gelir?
Kestirme cevap: Kralın.
Kralın cevabı: Kestirme!

Eylül 22, 2006

83

indirdin kaşlarını,
babanı mı öldürdüm...

82

Eylül 20, 2006

81

"You whistle very well," I said. "I heard you earlier on in Seilergraben. It gave me very much pleasure. I used to be a musician."

"Oh, were you!" he said in a friendly manner. "It's a great profession.. Have you given it up?"

"Yes, for the time being. I have even sold my violin."


"Have you? What a pity! Are you in difficulties - that is to say, are you hungry? There is still some food at my house. I also have a little money in my purse."


"Oh, no," I said quickly, "I did not mean that. I am in quite good circumstances. I have more than I need. But thank you very much; it was kind of you to make the offer. One does not often meet such kind people."


"Don't you think so? Well, maybe! People are often very strange. You are a strange person, too."


"Am I? Why?"


"Well, because you have enough money and yet you sell your violin. Don't you like music any more?"


"Oh, yes, but sometimes a man no longer finds pleasure in something he previously loved. Sometimes a man sells his violin or throws it against the wall, or a painter burns all his pictures. Have you never heard of such a thing?"


"Oh, yes. That comes from despair. It does happen. I even knew two people who committed suicide. Such people are stupid and can be dangerous. One just cannot help some people. But what do you do now that you no longer have your violin?"


"Oh, this, that and the other. I do not really do much. I am no longer young and I am also often ill. But why do you keep on talking about the violin? It is not really important."


"The violin? It made me think of King David."


"King David? What has he to do with it?"


"He was also a musician. When he was quite young he used to play for King Saul and sometimes dispelled his bad moods with music. Later he became a king himself, a great king full of cares, having all sorts of moods and vexations.. He wore a crown and conducted wars and all that kind of thing, and also did many really wicked things and became very famous. But when I think of his life, the most beautiful part of it all is about the young David with his harp playing music to poor Saul, and it seems a pity to me that he later became a king. He was a much happier and better person when he was a musician."


"Of course he was!" I cried rather passionately. "Of course, he was younger then and more handsome and happier. But one does not always remain young; your David would in time have grown older and uglier and would have been full of cares even if he had remained a musician. So he became the great David, performed his deeds and composed his psalms.. Life is not just a game!"


Leo then rose and bowed. "It is growing dark," he said, "and it will rain soon. I do not know a great deal more about the deeds that David performed, and whether they were great. To be quite frank, I do not know very much more about his psalms either, but I should not like to say anything against them. But no account of David can prove to me that life is not just a game. That is just what life is when it is beautiful and happy -a game! Naturally, one can also do all kinds of other things with it, make a duty of it, or a battleground, or a prison, but that does not make it any prettier. Good-bye, pleased to have met you!"
H.Hesse, The Journey to the East

80

...our goal was not only the East, or rather the East was not only a country and something geographical, but it was everywhere and nowhere, it was the union of all times...
H. Hesse, The Journey to the East

Eylül 19, 2006

79

Kitapçının vitrinindeki bir kitap durdurdu: Street Walker.
Yazarı: Anonymous.
Almam mı!

Bir fahişenin anıları çıktı...

Flaneur olarak fahişeler aklıma gelmemişti. Acaba...?
Kitaplardan da ne kadar ögrenilebilir ki.

78


Bu resim benim MonaLisa'm...
(photo: Dennis Stock)

Eylül 17, 2006

77

"Bir günlügüm vardı" dedi.
Bakışları yerdeydi.
Nereye koydugunu unutmuş,
gözlerimin içinde aradı.

Bulamadı.
Sakladım, oradaydı.

Bakmasaydın!
Bakmasaydım!
Ah! Masumiyet gözgöze gelmez.
Zarı öyle alıngandır.

Eylül 16, 2006

76

Musil hiç durmuyor. Her şeyin sorgulanabilir oldugunu tartışmıyorum, fakat hiç durmuyor. Freud'un birgün purosunu yakarken, yaptıgı eylemin sembolizmine uyanıp, elinde olmadan kendisine gülen arkadaşına söyledigi gibi: "Canım, bazen de bir puro, sadece bir purodur!"
Bazen de sokakta yürürken sadece adımlarının sesini duyarsın. Bu sesler, 'takarak tukarak' diyedir; ve hiçbir anlamı yoktur.

Her şeyi son derecede ciddiye alan adamları, son derecede sıkıcı olmanın yanısıra, bir başka büyük tehlike bekliyor. Uçurumun kıyısında yürüyüyorlar. Uçurumun aşagısında ne var biliyor musunuz? Mizah!

75

...Diyelim ki yeni bir Homeros'umuz olsaydı: Bütün içtenligimizle soralım kendi kendimize, ona kulak verebilir miydik? Sanırım buna olumsuz yanıt vermek zorundayız. Yeni bir Homeros'umuz yok, çünkü onu gereksinmiyoruz!...
Musil, Niteliksiz Adam

74

Garip!
Hiçbir şeyi kaybetmeye tahammülüm yok.
Garip!
Hiçbir şeyim yok.

73

Aklımın içinden sordu, cevap verdim:
"Benimle yolculuga çıkmak ister miydin?"
"Yolculuga tek kişi çıkılır.
Ancak, yolda karşılaşabilirdik."

72

Bugün Commonwealth Caddesini bir uçtan ötekine yürüdük. Tam ortada caddeyle başlayıp, caddeyle biten boylu boyunca bir park... Içinde agaçlar ve yüzyıllık taş banklar...
Hayatımda bu kadar uzun park görmedim.
Clarendon Sokagı kesti bir ara. Bir ara da, Berkley.
Iki yandaki evler o kadar güzeldi ki...

Eylül 15, 2006

71

Eylül 14, 2006

70

DOGUDA
Ezan sesi "ölüm bekler," derdi
"Uzakta...
Akşamın ötesi var
Yaşamın berisi var
Orada birgün geçecegin
Örtülü kapısı var."

Hatırlayıp iç çekerdi bizim evdeki kadınlar...


BATIDA
Itfaiye sirenleri "ölüm geliyor!" derdi
"Yakında...
Açılın, çekilin yolundan!
Zamansız gelir,
Yok daha degil!
Henüz yapacak çok iş var!

Kulaklarını örtüp, başını çevirirdi yolda yürüyen kadınlar...

69

Eylül 11, 2006

68

Where are we really going?
Always home!
Novalis

Eylül 09, 2006

67

"Nietzsche, bir sanatçının kendi sanatının ahlakıyla aşırı ilgilenmesinin bir zayıflık belirtisi oldugunu iddia eder,
sence de öyle mi?"
[Clarissa, Niteliksiz Adam'a soruyor. s.133]

Nietzsche'nin bunu hangi baglamda söyledigini bilmiyorum. Metnin tamamını okumak isterdim. Kitapta arkadan gelen bölümde Walter ve Walter'in yetenegine bir türlü çıkış bulamaması, odasına her çalışmak için kapandıgında tuali buldugu gibi bırakmasına bakarak şu sonuca vardım:

Bir sanatçı, alanı üzerine bilgi sahibi oldukça ve o alanda yapılmış 'eserleri' iyice tanıyıp, konuyu taşıdıkları en üst basamagın bilincine vardıkça, kendi yaptıklarının ortaya yeni hiçbir şey koyamaması, dolayısıyla acizligi karşısında sonunu getiriyor.

Büyük ustaların etki alanından çıkamamak, yaptıklarının ne denli 'üst' bir söylem kurdugunu görmek, söylemi daha üst düzeye taşıyamamak ya da taşınabilecegi yolları görememek sanatçıya tüm yaptıklarının 'boşuna' oldugunu hissettiriyor. Bu büyük ustalar, öyle bir mükemmel düzen inşa etmişler ki yapıtlarıyla, kusursuz bir daire, bozulamaz bir alan örmüşler. Buna ne yeni bir şey eklemek, ne de çıkarmak mümkün degil. Daireyi genişletmenin yollarıysa görünmüyor.

Bu büyük ustaların alana yarardan çok zararlarının dokundugu söylenebilir. Denizi bitiriyorlar. O alanda yetişen birisi, bir kez onların yaptıklarını algılayacak kıvama gelsin, hızla geri düşüyor. Tamda o ustaların düzeyine eriştikten sonra, onların 'buluşçulukları', 'kararlılıkları' ve 'geniş daireyi görebilen ufku'na sahip olmadıkları için 'denizin bittigine' kanaat getiriyorlar. Denizin gerçekten de bitip, bitmedigini bilmiyorum. Fakat, bunların birinden birine emin olmanın da imkansız oldugunu düşünüyorum. Yani, sadece 'bilmenin olanaksız oldugunu' biliyorum.

Nietzsche'ye dönecek olursam, cümlesi ilk anda şöyle anlaşılıyor:
Bir sanatçının kendi sanatının ahlakıyla fazla ilgilenmesi onu geriletir. Yaptıgı işin dogrulugunu, degerlerini fazla sorgulamaya başladı mı, elinden iş gelmez olur.

Sadece bir uyarı degil, cehalete bir davet gibi geliyor kulaga:
'Yaptıgın işi fazla da sorgulama.'

Buna kişisel olarak inanmadıgım gibi, Nietzsche'nin de söylemek istediginin bu oldugunu sanmıyorum. Insan yaptıgı işi tabii ki sorgular. 'Fazla' sorgular. Gidebildigi, varabildigi yere kadar bıkmadan ve korkmadan sorgular. Benim gözümde Nietzsche sanatçıya bu sorgudan kaçınmasını ögütlemez. O yüzden, şöyle okumayı tercih ediyorum:
'Bir sanatçı, alanının ahlakıyla ilgilendikçe sanatında çıkmaza giriyorsa zayıftır.'

Alanıyla bagları zayıftır, alanına inancı zayıftır ve önemlisi, kendine ve alanına güveni zayıftır.
* * *
Okulda mezuniyete yaklaştıkça "belki de en iyi tasarım hiç tasarım yapmamaktır" deyişi aramızda çok popüler olmuştu. Bazen gülüyor, bazense durgunlaşıyor ancak bir türlü soramıyorduk: "Peki, ne yapacagız o zaman?" Herhalde alacagımız cevaptan korkarak, hocalardan birine danışmaktan da sakındık. Güvenligi seçtik. Dört yıl çalıştıktan sonra karşılıgında bir 'hiç' başardıgımızı duymaya hazır degildik.

O günlerde bile dünyanın daha çok nesneye ve onları var edecek daha çok tasarımcıya ihtiyacı var gibi görünmüyordu.Tasarım, zaten karışık olan hayatı daha da karıştırıp, zorlaştırmaktan başka bir şey yapmıyor olabilirdi.

Zaten ürün tasarımının arkasından yürümeyi seçmedigim için bu problemi bertaraf ederek kendi yolumu tuttum. Ancak, aynı soru öbür tarafta da bekliyordu. Herkesin yaptıgından farklı, insanların işine yarayacak, gerçekten alanı geliştirecek bir şey yapmak mümkün müydü? Sahiden insanların ihtiyacı var mıydı yaptıklarıma? Yaptıklarımın, yapılmışlar arasında gerçekten bir degeri var mıydı? Sahiden bir yere gidiyor muydum; yoksa yerimde mi sayıyordum?

'Sanat sanat içindir'le 'sanat toplum içindir' görüşünü birbirinden ayırmıyorum. Gelişimlerinin son kavşagında aynı kapıya çıkıyorlar. Sanat için yapılan sanatın insanlara da faydası oluyor ve insanlar için yapılan sanat, sanat söylemi içinde er geç yerini alıyor. Kavramsal sanatın reklamcılara ilham vermesi; ya da graffitinin galerilere girmesi gibi. Dolayısıyla, tasarım ister müşteriye, ister tasarım tarihine katkıda bulunmak sezgisiyle yapılmış olsun, arada bir fark gözetmiyorum. 'Bir yere gidiyor musun? Yoksa, yerinde sayıyor musun?'

Niyeti tasarım yapmak olan birisi bu soruya cevap veremediginde mesleginde duraklar. Duraklamayanın ya mesleki bilgisi ve olgunlugu henüz tamamlanmamıştır, ya da niyeti başkadır. Para kazanmak, arkadaş edinmek, toplumda kabul görmek gibi...

Bir yere gidemedigini, çünkü şimdiye dek yapılanları aşamadıgını, ve önündeki problemin aşılamaz göründügünü düşündügü an açılan boşluk bir tasarımcıyı da zayıf düşürebilir. Ancak, zayıf düşmesinin nedeni mesleginin ahlakını fazla zorlaması degil; kendisinin zayıf olmasıdır. Bilgisi, meslegine inancı, kendine ve yaptıgı işe inancı zayıftır.

O meslegi seçmesine, ve bir zamanlar zevk alarak yapmasına neden olan sebepler, idealist bir sorgulamanın karşısında dik duramayacak, varlıgını koruyamayacak kadar çelimsizdir. Meslegine adanmışlıgı, zannettigi kadar yogun olmayıp, belki de kişisel bir seçim degil, hayatın ittirmesinden kaynaklanmıştır. Bilinçsizce kurdugu bagları, daha ilk bilinçli sorgulamada dagılmaya başlar.

Böyle bir durumun nedenini, yine Musil'den bir alıntı açıklıyor gibi:
"Gençlikte parlamak içgüdüsü, her şeyi aydınlıkta görmek içgüdüsünden çok daha güçlüydü..."

Bir sonucum yok.

Insanın, gençlik dönemi bittikten sonra, tam da bir yerlere gelirken, seçtigi alanın varoluş dinamiklerine duydugu şüpheye, 'deniz bitti' adını verdigi krize, kendi bilinçsiz, neredeyse raslantısal seçiminin neden oldugunu iddia etmek gibi bir niyetim yok. Bu ancak olasılıklar dahilinde. Tıpkı hayatının ortasında yepyeni bir bilinç ya da yapyeni bir meslek edinmek gibi.
* * *

ek.
Alıntının söyle bir okuması daha var:
Sanatçının, sanatının ahlakını sorgulamaya başlaması, alanıyla kendisi arasında önemli bir uyuşmazlıga; sanatçının kendi yapıtlarından koptuguna, uzaklaştıgına işaret eder.
'Peki, o zamana kadar yaptıklarıyla kendisi arasına neden böyle bir sogukluk girer?' diye sordugumda, sanırım yine başa dönüyorum.

Eylül 08, 2006

66

Meraklı soruların arasında
bir tane merak eden soru
aradı.

65

Yalnızlıktan çıldırmış insanlar (1)

Yeni taşınan oda arkadaşı önceki akşam hastaneye kaldırılmıştı. Hastaneye gitmek külfetinin yanında, bir haftadır tanıdıgı biriyle ne konuşacagını düşünmek içini boguyordu.

Narkozdan ayılmış, ancak hala yorgun kız, sevindi onu gördügüne. Dagılmış saçı başı arasından, agrı çekmekten çökmüş yüzüyle gülümsemeye çalıştı. Üzerinde hastalara giydirilen arkadan bagcıklı kötü bir forma vardı.

Yatagın yanındaki sandalyeye oturdugunda, kızın halsiz uzanmış bacaklarına ilişti gözü. Üzerlerinde hiç tüy yoktu. O, bu işi bırakalı çok olmuştu. Bacaktaki tüyleri almak gerektigi bile hatırından silinmişti.

Bu bacaklar hazırlıklıydı, görümlüktü, bekliyorlardı. Belli ki, dokunulacaklardı.

Kızın yok ettigi tüyleri, etinden büyüyen dikenler gibi canını yaktı.

Eylül 06, 2006

64

Hayatımda ilk defa birinin ölüm haberini aldıgımda güldüm.

Haberin üstündeki resminde, adamın kendisi de gülüyordu.

Ismi Steve Irwin; biz onu 'timsahlara musallat olan adam' olarak bellemiştik. Doga aşıgıydı elbet; aynı zamanda da televizyon şahsiyetiydi. Dönem 'dogal hayat' degil; 'vahşi hayat' dönemiydi. Yerinde durup duran doganın belgeselleri avantür filmlere dönüştügünden, bizim Irwin'de hayvanları maceraya kışkırtıyordu.

Uçarak bir timsahın üzerine atlayıp, bogazından kavradıgında önceki belgesel bilgileri biraz çelişkiye düşmüyor degildi. Bu timsahlar en çevik ve hızlı bilinen çitalardan daha atılgan olmalıydılar ki, adamcagız bu denli hızla ve havadan ani taarruzlarda bulunuyordu.

Kanepede uyuya kalmış kardeşimin üzerine mutfak kapısından hız alarak atlamama ilham veren yegane insanın, timsahla şöyle bir dialoga girdigini hayal etmişimdir:
- "Işte dünyanın en tehlikeli, kocaman, vahşi, sivri dişli, acımasız, korkunç yaratıgı! Dur! Dur diyorum! Hayır! Çok korkunçsun! Senden korkmuyorum! Sakın kıpırdama! Çok tehlikelisin. Bogazına sarılıyorum şimdi. Beni yiyeyim deme! Zorlu bir mücadele içindeyiz seninle! Evet! Beni her an paramparça edebilirsin!"
- "Ha?"

Televizyon için yaptıgı bu şova uymayan tek şey kendisiydi. Ortada tehlikeli bir şeyin olmadıgını, varsa da bunun çok eglenceli oldugunu söyleyen, gülümsemesi eksik olmayan bir yüzü vardı. Herhalde bu 'saflıgı' yüzünden kendisiyle çok eglenir, fakat diger televizyon şahsiyetlerine iki yüzlülükleri, içtensizlikleri, yapmacık tavırları yüzünden duydugumuz kini ona beslemezdik.

Onun gülümsemesi gerçekti. Kötü rol yapmasıysa seyirci için bir lütuftu.

Sık sık endişelenirdik. "Birgün o timsahlardan biri, 'yeter ulen maymun ettigin' diyerek bir kapacak, görecek gününü" derdik. Hatta, beklerdik; ne yalan söyleyeyim. Başının belaya girmesi büyük ihtimaldi. Rol yapmıyordu çünkü, gerçekten de timsahlara sataşıyor, bunu yaparkende timsaha degil, kötü oyuncular gibi kameraya bakıyordu.

Sonunun bir timsahtan degil, vatostan gelmesi bir avuntu olabilir. Kuyrugundaki zehirli ignesini batırmış. Vatos zehirinin öldürücü oldugunu bilmiyordum. Gögsünden batırdıgı için etkili olabilecegini düşündüm. Fakat degilmiş. Uzun ve keskin ignesi kalbini delmiş. Yani zehir degil sebebi; bir doktorun tarif ettigi gibi: "Adeta kalbinden bıçaklanmış."
Timsahlar öyle şey yapmazlardı. Can evinden vurmazlardı.

Bu senin için...

Huzurla uyu...

Eylül 04, 2006

63

62

Enlightenment is man's emergence from his self-incurred immaturity. Immaturity is the inability to use one's own understanding without the guidance of another. This immaturity is self-incurred if its cause is not lack of understanding, but lack of resolution and courage to use it without the guidance of another. The motto of enlightenment is therefore: Spare aude! Have courage to use your own understanding.
Immanuel Kant

Eylül 03, 2006

61

dedi ki:
yazı benim çeyizim.
ölümle evlenmeyecegim.

Eylül 02, 2006

60

Odayı ilk görmeye geldigimde arka bahçe kapısının yanında duruyordu. Etraftaki herşey gibi eskiydi. Boruları, zincirleri paslanmış, tahtaları kararıp çürümüştü.

'Dışarıda sallanmaktan' ziyade, 'dışarıda sigara içmek' hevesiyle yanında durup sordum: "Jia, bahçede sigara içsem bana kızar mısın?" Salıncaga bakarak dedi ki: "Olur ama sigara içmek saglıgına çok zararlı!"

İki gün sonra, salıncagı benim oda tarafındaki girişe taşıdı.

'Taşıdık' aslına bakılırsa. Dışarıda gençten bir adamla salıncagı yokluyordu. Ogluymuş. Tanışma töreni sırasında "yardım ister misiniz" demiş bulundum. Hep beraber sırtlanıp, Jia'nın gösterdigi yöne seyirttik. Sebze bahçesinin üzerinden atlatırken eski borular ek yerlerinden açıldı; tahtalar şerit şerit kalktı. Etrafa dagılan boru parçaları, onlara dolanan zincirler ve az kaldı gözümüzü çıkaracak tahtalardan patlıcanları korumak için canla başla çalışmak gerekti.

Bir kaç gün kapının hemen yanında durdu. Sadece bana ayrılmış bir loca gibi.

Fare deligini andıran odamın da etkisiyle, o tahta salıncagı bir hamster'ın hayatını şenlendirmek için kafesine konulan tekerlege benzettim.

Sanki Jia bahçenin öbür tarafındaki büyük evinden sürekli beni seyrediyor, deligimden burnumu titrete titrete çıkıp salıncaga her oturdugumda, penceresinden ellerini çırparak, "Bak gördün mü ne sevimli!" diyordu.

Hamster'ın türkçesi 'corlak sıçan'mış. Kelimenin nadide çekiciligine ragmen içimden corlaklaşmak, bir corlak duyguyla tekerin içinde koşmak hiç gelmiyordu.

"Kardeşin ziyaretine geldiginde de burada oturabilirsiniz" dedi. Kafeste sıkılmayım diye bana bir de arkadaş bakınıyordu. Ailecek koşabilirdik tekerin içinde. Anlaşılan eglencenin sonu yoktu.

Tam alışıyor gibiyken Jia tuttu salıncagın yerini degiştirdi. Çok degil, beş adım öteye. Kapıya daha yakın bir yere. Kafesin sahibi olduguna göre, tekerlegin nerede duracagına tabii ki o karar verecekti.

Akvaryumun içinde yüzen plastik dalgıçlara, hele o kapagı açılıp kapanan hazine sandıklarına balıklar kimbilir ne içerliyorlardır. Sevmiyorlardır ya, yerlerinin degişmesini yine de yadırgayıp, alıştıklarını gizleyemiyorlardır kendilerinden. Ne yazık ki, kaldırıp istedikleri yere koyacak, tutup mümkünse dışarı fırlatacak parmakları yok.

Birkaç gün sonra salıncagın yeteri kadar kullanılmadıgına karar verdi Jia. Bahçede ortaladı. 'Herkes' gelip oturmalıydı. Tekerlegimi toplumla paylaşmak fikri, itiraf edeyim ki nispeten daha güzeldi.

Hemen ertesinde, başka bir eski salıncak ve iki koltuk daha geldi yanına. İki salıncak birkaç günlük etüdden sonra karşılıklı durmaya karar verdiler. Koltuklarsa oluşturulan karenin diger kenarlarına yine karşı karşıya yerleştiler. Ortadaki plastik sehpalarla eşitlikçi bir sosyal simetri kurulmuş oldu.

Günün en güzel saatlerinde Jia havadar oturma odasında sallandıgı için, beş dakikalık sigara molası yarım saatlik sohbet cefasına dönüşecek korkusuyla büsbütün ayrı kaldım tekerimden.

Bir sabah Jia azarladı: "I'm soo angry with you!" Yanına gittim. Öyle iyi biliyordum ki ne diyecegini.

Salıncagı kullanmazsam bana küsecegini söyledi. Jia öyle akıllı ve farkındaydı ki... "Orası herkes için, lütfen çekinme. Otur." dedi.

Sonunda yabaniligimi kavradı.

Ben corlak degil, yaban sıçanıyım. Anlaşıldı mı!

59

suyun üzerinde...

Eylül 01, 2006

58

Bir şarkı tutturdu
parkta adamın biri.
Güzeldi aslında.
Okudugum kitaptan daha iç açıcıydı.

Ansızın sustu.
Başımı çevirip bakmadım.

57

suyun üzerinde
egzozlu bir köprü var
büyük
su gibi azgın
köprünün ayagında bir bahçe var
küçük
su gibi berhudar