Ocak 27, 2008

332

...Supposedly, astrology teaches us fatalism: you won't escape your fate! But in my view, astrology (please understand, astrology as a metaphor of life) says something far more subtle: you won't escape your life's theme! From this it follows, for example, that is is sheer illusion to want to start all over again, to begin "a new life" that does not resemble the preceding one, to begin, so to speak, from zero. Your life will always be built from the same materials, the same bricks, the same problems, and what will seem to you at first "a new life" will soon turn out to be just a variation of your old existence...
M. Kundera - Immortality (p.275)

331

"I was recently walking down the Rue de Rennes toward the boulevard, and I counted how many times I was able to look at the church without being bumped into by a hurrying passerby or nearly run over by a car. I counted seven very short glances, which cost me a bruised left arm because an impatient young man struck me with his elbow. I was allowed an eighth glance when I stopped in front of the church door and lifted my head. But I saw only the facade, in a highly distorted fish-eye perspective. From such fleeting and deformed views my mind had put together some sort of rough representation that has no more in common with that church than Laura does with my drawing of two arrows. The church of Saint-Germain-des-Prés has disappeared and all the churches in towns have disappeared in the same way, like the moon when it enters an eclipse. The cars that fill the streets have narrowed the sidewalks, which are crowded with pedestrians. If they want to look at each other, the see cars in the background; if they want to look at the building across the street, the see cars in the foreground; there isn;t a single angle of view from which cars will not be visible, from the back, in frint, on both sides. Their omnipresent noise corrodes every moment of contemplation like an acid. Cars have made the former beauty of cities invisible. I am not like thoses stupid moralists who are incensed that ten thousand people are killed each year on the highways. At least there are that many fewer drivers. But I protest that cars have led to the eclipse of cethedrals."
M. Kundera - Immortality (p. 243)

330

Depuis huit jours, j'avais déchiré mes bottines
aux caillous des chemins...
For eight days I had been scraping my shoes
on the stones of the roads...
writes Rimbaud.
Road: a strip of ground over which one walks. A highway differs from a road not only because it is solely intended for vehicles, but also because it is merely a line that connects one point with another. A highway has no meaning in itself; its meaning derives entirely from the twp points that it connects. A road is a tribute to space. Every stretch of road has meaning in itself and invites us to stop. A highway is the triumphant devaluation of space, which thanks to it has been reduces to a mere obstacle to human movement and a waste of time.
Before roads and paths disappeared from the landscape, they had disappeared from the human soul: man stopped wanting to walk, to walk on his own feet and to enjoy it. What's more, he no longer saw his own life as a road, but as a highway: a line that led from one point to another, from the rank of captain to the rank of general, from the role of wife to the role of widow. Time became a mere obstacle to life, an obstacle that had to be overcome by ever greater speed...
M. Kundera - Immortality (p.223)

329

...It is part of the definition of feeling that is born in us without our will, often against our will. As soon as we want to feel (decide to feel, just as Don Quixote decided to love Dulcinea), feeling is no longer feeling bur an imitation of feeling, a show of feeling. This is commonly called hysteria. That's why homo sentimentalis (a person who has raised feeling to a value) is in reality identical to homo hystericus.
M.Kundera - Immortality (p.195)

Ocak 23, 2008

328

is this kitsch?

Ocak 14, 2008

327

You don't go to a restaurant and order a meal because you want to have a shit.
Banksy

Ocak 11, 2008

326

Ocak 07, 2008

325

Hani, yağ gibi karışamazdım bir türlü o şehre, ama bu sefer süzüldüm.
İçini çekti.
Gün batana kadar seviştik.
Bütün takıntılarım, kuruntularım, korkularım kasıklarımdan döküldü. Utanmadan bir de şiir kitabı aldım. Otobüste göstere göstere okudum. Hayatla beraber akmak güzelmiş. Hiç tutunmadan. Şehri yıkayarak. Ne huzur. Philae'ye kadar gidip de bulamadığım. Sırf İstanbul beni sevdi diye...

Hikaye, bir zamanlarki hikayenin başlaması gerektiği gibi başladı. Öyleyse arada geçen zamana ne oldu?

Gece indik şehre. Kavga. Yine mi sokakta sabahlayacağım? Yemek. Müzik. Meşhur dans partisi. Dağılmak üzere; ama insan var bir iki. İçki de var. O nerede? yok. Neden sonra geldi, gelmiş, arkasında sahnenin, neyse ki bulduk. İlgisiz mi ne? Tanıdık bir korku. Ama, kalabalık gidince ben geldim. Taksi. Takside konuştuk. Niyetim kaçmak: 'Senin ev kalabalık, bizimkilerle kalayım'. Gidip çantamı alacakmışız. Ne teçhizat. Hiç de üşenmiyor. Çantayı ve meşhur lambaları aldık.

Ev. Bu sefer rahatım. Hoşgeldin aldık ya. Odam bile var, yeni yatakla beraber. Açılışı ben yapacakmışım. Çok şanslıymışım. Ama güzel yataktı. Şu Türk Filmlerinin gerdek demirbaşlarından. Hani ben nefret ederdim. Bizimkisi savaş sonrası Ingiliz yapımı. İkinci kompleksi de atlatıp gece orada uyudum. Rüya gördüm mü diye düşünedurayım...

Uyumadan önce lafladık kalabalık sofrada. O yükünü tuttuğundan uyukluyordu. Felaket. Aslında böyle olmamalı. Sadece o uçarken ve benim ayaklarım hala döşemenin üzerindeyken anlamıyorum ki. Sadece, o da bazen, korkuyorum ve karşı koymadan yanında, zamanda akıyorum. Başka da yolu yok. Tuhaf bir hal. Sanki çok uykusu varmış gibi. Yavaş yavaş dalıyor, kayboluyor, ve aniden uykudan fırlar gibi, sözümona durumu çaktırmadan uyanıyor. Refleks. Birkaç laf. Giderek ağırlaşıyor, başı yine önüne düşüyor, konuşması giderek mırıldanmaya dönüşüyor, yavaşlıyor, yavaşlıyor, konuşmaya çalışıyor, kendi sesi onu uyandırıncaya kadar. Yine refleks. Tıpkı rüyada bir an ayaklarının yere basmadığını fark edip, can havliyle ellerini savurarak yatağı yakaladığın an gibi. Seyretmesi zor. Yaşamak için tek yol akmak. Neye karşı koyacaksın zira. Zamanla birlikte akmak... Belki daha hızlı aksın, biran önce bitsin diye.

Sabah yatağın şerefine fotoğraf çekilir. Saçma. Bu habire duyduğum denklanşör sesine hala alışamadım. Uyurken çekseydi daha doğal olurdu derken, kapıyı kilitlediğim söylenir. Nasıl da uyduruyor...

Telefonlar, kitaplar... Yatağının üzerinde dergi karıştırıyor. Yatak bozulmamış, demek yine uyumamış. Sandalye getirdi, ben de arıyorum. Ne istediğini anlamadım henüz, zaten uyanamadım daha. Evde geçen zaman. Kaç kere iğne yaptı sabah sabah. Sanki giderek artıyor. Hoşuma gidiyor ama ya birşey olursa. Niye birşey olmak zorunda. Niye hep uçamıyor. Neden düşmek zorunda. işte buna dayanamıyorum. Yine telefonlar. Evin manzarası ne güzel. ilk defa denizi gördüm. Bayağı da görünüyormuş. O denizden kaç defa o evi seyrettim. Şehir sonunda beni kabul etti. Artık oradayım. Ama şimdi çıkmak gerek. Dergiye gidip şu yazıyı halletmeli. Araba. Arabaya da ilk defa biniyorum. İçi dışından güzel; ama zaten hep öyledir. Yanyana. Sabah bitpazarı diyor. İçim üşüyor. Sabahları bitpazarı nasıl da soğuk olur. Çivi gibi.

Derginin yokuşu dik. Arkada bir kavga parkçıyla. Önde bir dökük lokanta. Çorba nefis. Saat ikide ilk yemek. Yine bedenim parçalandı. Midem kendi havasında, ayrıldı gruptan. Yemekte de uyuyor. Ne zaman yaptı o iğneyi. Ya dergide de böyle olursa. Günlerce bitmez bu iş. Yokuş dik. Spazm. İlk defa korku ciddi. Ne olur burada kalmayalım, şimdi değil. Ne olur. Cam kapıya kadar ne olur. Ama ilk, ikinci içindir. Bir sürü 'ne olur'. Üç saat. İş bitti gibi. Ev. Yoksunluk.

Bilgisayar. Yine uyuyor. Arada beni ne çok güldürüyor. 'Overdose'dan şikayetçiyiz. Gülerken acı çekiyormuş. O zaman ben gülerim sadece. Telefon önemli. Başı belada. Amma söylendi. Merak. Arayan bir kadın. Ne ister? Aşkmış derdi. Derdi bu olsun! Ama ne çok bağırdı. Nasıl. Ne cüret. Kadın da amma geniş yürekli. Ya da tutkulu. Her şeyi mi göze almış? Ne biliyor? Ne kadar? O neden korkuyor o zaman? Demek saklıyor. Neden bu kadar öfke. Karşılığını veremez diye mi? Korktuğumu görünce gülüyor sızlanarak. Canı acıyor.

Ev. Gece. Yine aynı manzara. Vapurdan ne çok seyrettim o ışıkları. Şimdi burada, burnumun dibinde. İğne arası fal. Yine okutmadım. Çünkü o çıktı. Hiç işime gelmez. En iyisi yırtıp atmak. Onunkinde ne vardı? Unuttum, birşeyler gösterdi ama... benimkini okumaya dalmışım. Sanki fal çıksın diye son dakkada üzerini değiştirdi. Ütülediğim sarı gömleğin üzerine siyah ceket. Falda da siyah. Rastlantıyı boşver. En iyisi akmak. Ütü yaparken çekilen fotoğrafı da unutturur bu.

Müzik. Gitti. Gelecekmiş. Sahiden de geldi. Ne sevindim! Gelmeyeceğinden korkmuşum demek. Ama geldi. Sahne arkası. Ben yine akıyorum. Oradakiler sürtünmede. Bir ben özgürüm. Kapıda yine fotoğraf. Araba. Ne güzel. Orası kendiliğinden akıyor. Müzik. Cihangir blade runner. Arabaların üzerinde ben varım. Deckard. Dedektif Deckard. Harrison Ford. Decartes'e göndermesini şimdi farkettim iyi mi! Oradaydı. Ülkücü bodyguardlar, 13 yaşında cankiler, eşiklere tünemiş rockçılar, kadınların hepsi orospu, sokak tekinsiz. Arabada spazm. Arkadaşından kok alacakmış. Önce eve yetişmek gerek. Canı yanıyor. Bağırıyor. Ama yine de her şey yolunda.

Ev. Bitpazarı suya düştü. Bu iyi. Zaten istemiyordum. Tuvaletten çıkamıyor. Sanki içi çürümüş. Kalan bütün içkiler midemde. Yeni yatağıma gideyim bari, tuvaletten çıktığı yok. Yapacak birşey yok.

Sabah. Bilet almadım daha. Beyoğlu çağırıyor. Gitmeliyim. Saat oniki. Tuvaletin kapısı açık. Gözgöze. Berbat görünüyor. Dudaklarım sırıtmada sınıfta kaldı. İçerilerde dolaşıyorum. Artık gideyim. Odasında. Ne yapıyor? Defterine de istediği yazıyı yazmadım. Aklıma birşeyler de gelmişti. Ama defter öbür odada. Kaptan uyuyor orada. Artık gidiyorum. Çantam omzumda. Sesleniyorum. Odada bir gazete kağıdı üzerinde çıplak oturuyor. Başını çevirecek hali yok. Ya da utanıyor mu? Neden? Doktora telefon etmesi gerek. Edecekmiş. Hoşçakal. Koridorda ayak seslerim. Kapı. Bak. Bir daha görmeyeceksin. İyi bak. Kapatma aniden. Yavaş yavaş. Zırlamak yok. Bak. Bir daha. Dur kapatma! Kapandı.

Asansör. Sesimi dinliyor mudur. Ya birşey olursa. Ya bir daha sahiden göremezsem. Nasıl olur. Geri dönsem mi. Saçmalık. Bir iki gün aramayacağımı o bile biliyordur. Kes artık.

Yolları nasılda öğrenmişim. Nasılda güçlüyüm. Bu şehri yakabilirim, yıkabilirim, tüm sürüngenleriyle birlikte. Param parça edebilirim. Ve Beyoğlu. Ne diye tutturdum ki. Otobüse yürüyorum. Her zamanki metodla yolda bizimkilere rastlıyorum. Bilet tamam. Yemek. Kahve. Kendine gel artık. Soğuk bir sohbet. O sevmiyor ya... İçim bir tuhaf.

Dışarısı nasıl güzel. Bütün kitapçılar açık. Kaldırımları kadar parçasıyım sokağın. Her şey ne kadar güzel. Sırf o var diye. Ama o evde. İçini dökmekle meşgul. Sözümona beraber gezecektik bugün buraları. Olsun. Yine de herşey çok güzel. Sırf o var diye. Bir hediye bakıyorum. Hiçbir şeyi yakıştıramadım. Hem ne zaman vereceğim. Geri dönemem. Kapıdan çıkması o kadar zorken, bir daha giremem. Canım acıyor. Tüm hikaye aklımda. Film gibi. Başa sarıp sarıp...

Gece. Otobüse yürüyorum. Vakit dar. Ev, benim evim. Ben yine yabancıyım. Gece cadde tekinsiz. Ben ortasındayım. Aklımda ev, aklımda o. Ne kadar güçlüyüm. Sırf...
Deftere yazı yazmayı unuttum! Hatırlar mı? Zaman dar. Korku geniş. Delilik!

Yine de sonsuzluk ondan başka kimseye yakışmıyor.

(1998)

324