Temmuz 31, 2006

23

Sabah eve yürürken kaldırımın kenarından fırlamış gürbüz bir ot demeti dikkatimi çekti. Siyah, kararmış taşların arasından istekle fışkırmıştı. Kaldırımla, kenarında yükselen bahçe duvarı arasında hernasılsa kendine bir boşluk bulmuş, kiracı degil, ev sahibi gibi sırtını duvara vermişti.

Onun agzından sokagı anlatmak gibi keyifli bir işe ikna etti beni. Gölgeli Windsor Sokagı...

Çift katlı, ahşap evlere tırmanan kısa merdivenlerin korkulukları öyle alçak ki, eskiden buralarda sadece çocuklardan oluşan bir halkın yaşadıgından şüphe edilebilir. Evler taş olsalardı hemen yüzyıllık ömür biçecektim, fakat degiller. Ahşaplar. Kendi hallerinde şehri saran Viktoryen masalda rol alıyorlar.

Çogunluk, her evde iki sokak kapısı yanyana. Iki büyük aileyi yanyana büyütmüş bu evler. Şimdi altlı üstlü küçük ailelere bölünmüşler.

Sokaktan tıngır mıngır bir at arabasının ilerleyip, bizimkinin önünde durdugunu hayal ediyorum. Arabadan önce dokuz yaşlarında kıvırcık saçlı bir oglan çocugu fırlıyor. Üzerinde kısa pantolonu, denizci yakası olan beyaz bir elbise. Koşarak merdivenleri tırmanıyor. Korkuluklar tam onun boyunda malum. Kapının önünde neşeyle, birazda sabırsız zıplıyor; berikiler daha arabadan iniyorlar oysa.

Ev, şimdiki gibi maviye boyalıymış o zamanda. Ama, bahçeleri birbirinden ayıran tel örgüler yokmuş, rüzgarda çıkarttıkları şakırtıları da. Dışarının sesleri daha iyi duyuluyormuş bu yüzden.

Arabadan inen büyükçe bir genç kız tek eliyle şapkasını tutarak gökyüzüne bakıyor. Ötenin hangi kuş oldugunu saptamak ister gibi. Gülümsüyor; kuşların anlattıklarını dinliyor...

Arkasından iki kız daha iniyor. Atlı araba, yolcuları boşaldıkça derin bir nefes vererek yaylanıyor. Iki kızdan küçügü, -beş yaşlarında olmalı, evlerinin önünde olduklarını anlar anlamaz ablasının etegini bırakıp, kapının önünde posta kutusuna uzanmaya çalışan abisinin yanına koşuyor. Geride kalan genç abla, "Yavaş!" diyerek uyarıyor. Şimdiden annelige hazırlanıyor belli...

En son anne iniyor arabadan. Büyükçe sayılabilecek şapkasını düzeltip, gururla bakıyor koşuşturan çocuklara ve arkayı masmavi kaplayan evine.

Diger kapıdan çoktan inmiş olan baba, faytoncunun parasını ödemiş, hanımının dirsegini tutuyor hafifçe "Kaldırıma dikkat!"

Fayton yine aynı tıngırtıyla sokaga devam ederken, baba, posta kutusundan küçügün uzanıpta alamadıgı mektupları hünerle elinde toplayıp, cebinden anahtarına uzanıyor. Kapı bütün gün bu anı beklermiş gibi kaygan bir tıkırtıyla aralanıyor. Baba, kenarda hanımına yol verirken, ufaklıklar çoktan tahta merdivenleri yarılamış, paldır küldür yukarı tırmanıyorlar.

Onların odaları yukarıda. Aynı odayı paylaşıyorlar. Ablaları da öyle. Büyük oda da anne ve babanın. Aşagıda, girişin hemen solunda konukları agarladıkları salon var. Ardında yemek salonu ve yanında mutfak. Mutfagın yanındaki küçük oda, o zaman da çalışma odasıydı. Baba, işin ve özellikle evin hesaplarını burada yapardı.

Düşündüm de, o oda belki de hizmetçinindi. Verandada, tam şu anda benim oturdugum yerde oturur, patatesleri soyardı... ve ufaklıklar üstlerini başlarını yarım yamalak temizleyip, yanına koşarlardı: "Bilemezsin ne çok acıktık!"

Anneleri kızmaya kıyamazdı; bu işi de hizmetçiye bırakırdı. Nitekim, beriki bagırırdı: "Koşup durmayı bırakın bakiim! Evin altını üstüne getirdiniz!"... Öyle bir bagırırdı ki, ev onun sanırdınız.

Ev.

Şimdi bu ev parçalara ayrılmış. Yukarı parçada bir hispanik aile yaşıyor. Birsürü çocukları var, daha sayamadım. Sessiz çocuklar. Sessizce neşelenmeyi ögrenmişler.

Aşagı katta bizimkiler oturuyor. Yemek odası yok artık. Onun yerine mutfakta küçük, yanmaz plastikten bir masa yetiyor. Akşamları etrafında toplanıp, uzun uzun yemek yiyip, sohbet ediyoruz. Tıpkı eski günlerdeki gibi...

Akşam oluncada ben kanepede uyuyorum.