Aralık 18, 2007
Aralık 09, 2007
320
I don't erase what has been written
why?
is it because I believe that
my words have some significance?
or, is it because
I may loose what was honest?
what honesty?
who can claim to be honest
with words?
who can claim to be honest
without words?
why honesty?
it is not food
to help with your hunger
it is not a drink
to help with your reason.
truth
cannot be valuable than life
but,
does life mean
my life or their life?
why?
is it because I believe that
my words have some significance?
or, is it because
I may loose what was honest?
what honesty?
who can claim to be honest
with words?
who can claim to be honest
without words?
why honesty?
it is not food
to help with your hunger
it is not a drink
to help with your reason.
truth
cannot be valuable than life
but,
does life mean
my life or their life?
Kasım 26, 2007
Kasım 15, 2007
Kasım 13, 2007
Kasım 10, 2007
Ekim 30, 2007
312
Türkiye'de savaş pişiriyorlar. Kimin karnı doyacak daha anlamadım, fakat, pür telaş büyük ziyafet hazırlığı var.
Asker öldü. Utanmadan şaşırıp, üzülüyorlar. Ver eline silahı, sür ölümün önüne, sonra "Aaa, öldü?"
Ölüm varmış!
Kabul etmiyorlar fakat: "Şehitler ölmez!"
Ver eline silahı, sür ölümün önüne, ölsün... hala 1'den 1'i çıkarınca geriye 1 kaldığını kanıtlamaya çalış:
- "Şehitler ölmez!"
- "Öldüm ben, pardon..."
- "Ölmedin!"
- "Nefes almıyorum ama..."
- "Ölmedin sen! Yaşıyorsun!"
- "O zaman komutanım, haftasonu çarşı izni yazar mısınız bir anamı, babamı göreyim?"
- "Yüregimde yaşıyorsun! Orada istedigin kadar gez dolaş oğlum!"
- "Emredersin komutanım!... Annemlere siz haber vereceksiniz o halde?"
- "Ulan kaç kere diyecegim! Ölmedin sen!"
- "Babamın kalbi var, alıştıra alıştıra söyleyin komutanım."
- "Babanın adı ne?"
- "Mehmet. Çekirdekçi Mehmet dediniz mi gösterirler."
- "Tamam! Için rahat olsun oglum!"
- "Komutanım?… Ne diyeceksiniz babama?"
- " Mehmet Bey! Oglunuz ölmedi!"
…
Asker ölür. Matadorlar ölür, akrobatlar ölür, mercan avcıları ölür... Tehlikeli meslegi olanlara öldüklerinde degil, hayatta kaldıklarında şaşırmak daha isabetli olur.
Şu var ki, meslek zorla seçilmez. Tutkusu olan seçer o meslegi. Onsekiz yaşında çocugu evinden alıp, eline tahta kılıç verip, arkasından el arabasıyla kovaladıktan üç ay sonra 'Aslanım Matador' diyerek arenaya salmazlar.
…
Türkiye'de savaş pişiriyorlar. Askerler ölüyor. Kızıyor, kabul etmiyorlar. 'Kana kan intikam!' 'Gidelim. Öldürelim!' 'Biz gitmeyelim, asker var o gitsin.' 'Aslanım asker. Herkesi yener!'
Yener alimallah. Gözü karadır askerin. Icabederse, gider görevini yapar… Hangimiz sevdigimiz işi yapıyoruz ki sonuçta…
Sıkıldık mı hayattan ne? Cumhuriyet kurulalıberi kaç kez madalyalandık? Ezildik mi biraz ne? Geçen hafta Türkiye Yunanistan'dan dört gol yedi. Futbolcular maça şehitlere saygı duruşuyla başladı, ertesi gün vatan haini ilan edileceklerdi.
Halbuki ne var. Maç bu! Yenersin de, yenilirsin de. Oyun…
Fakat, olmazki be! Tam da topyekün savaşa girmeye niyetlendigimiz şu sırada gidipte Yunan'a yenilir mi? Nerede Kurtuluş Savaşı ruhu! Böyle mi kurduk biz bu Cumhuriyeti!
- "Siz kimsiniz?"
- "Sizden olmayan!"
- "Biz kimiz o halde?"
- "Siz vatan hainisiniz! Cunhuriyet düşmanlarısınız! Bayragına, ülkesine, ordusuna saygı duymayan dejenere, Batı uşaklarısınız! Tarih sizden utanıyor! Türkiye Cumhuriyeti sizden utanıyor!"
- "Top yuvarlaktır' dedim diye mi?"
- "Avatarına şanlı Türk bayragını koymaktan acizsin! O bayragı ne zorluklarla diktik hiç düşünmez, deger bilmezsiniz!"
- "Sanki siz ugraşıp diktiniz. Kadınları oturttunuz Singer makinaların başına..."
- "Sus! Küstah! Öyle dikmek mi diyorum ben! Surlara diktik! Yoktan bir ülke var ettik!"
- "Ha, anladım. Ulubatlı Hasan gibi diyorsunuz…"
- "Ulubatlı Hasanlar Ölmez!
…
(ikinci yabancı şahıs)- "Hişt! Bi dakka gelsene bu yana!"
- "Efendim? Ulubatlı Hasan'ın sülalesindenseniz bilesiniz ki, ona bir laf etmedim."
- "Ulubat'lı Hasan kim? Ulubat nere?"
- "Istanbul'un fethinde bayragı surlara ilk diken…"
- "Biz 'Nasyonalist sembollere' karşıyız. Bayrakla ilgilenmiyoruz."
- "Korsan mısınız?"
- "Yok. Istanbulluyuz. Bize katıl sen de.
- "Istanbul Türkiye'de degil mi? Benim bildigim Edirne'ye kadar aynı barajlardan ve bayraktan istifade etmekteyiz?"
- "Kullanmıyoruz biz bayrak, mayrak! Sildik!"
- "Iyi de, bilincimin içi dışı, gözümün retina tabakasından dişimin kovuğuna kadar kadar ay yıldızlı bayrakla dolmuşum, nasıl silecegiz öyle çabucak?"
- "Kes. At!"
- "Siz Saw I'i seyrettiniz mi? Simdi IV'de çıkmış, hepsinden kanlıymış diyorlar…"
- "Git o halde! Sen de kanlı bayraga tapanlardansın! Barbar! Savaş yanlısı! Insanlık düşmanı! Medeniyet cahili! Lümpen!
- "…Türk demeyi unuttunuz…"
Babaannem bu gibi durumlarda "Sıçtı Cafer bez getir' buyururdu.
Hey gidi…
Bugün Cumhuriyet Bayramı. Kutlu olsun.
Asker öldü. Utanmadan şaşırıp, üzülüyorlar. Ver eline silahı, sür ölümün önüne, sonra "Aaa, öldü?"
Ölüm varmış!
Kabul etmiyorlar fakat: "Şehitler ölmez!"
Ver eline silahı, sür ölümün önüne, ölsün... hala 1'den 1'i çıkarınca geriye 1 kaldığını kanıtlamaya çalış:
- "Şehitler ölmez!"
- "Öldüm ben, pardon..."
- "Ölmedin!"
- "Nefes almıyorum ama..."
- "Ölmedin sen! Yaşıyorsun!"
- "O zaman komutanım, haftasonu çarşı izni yazar mısınız bir anamı, babamı göreyim?"
- "Yüregimde yaşıyorsun! Orada istedigin kadar gez dolaş oğlum!"
- "Emredersin komutanım!... Annemlere siz haber vereceksiniz o halde?"
- "Ulan kaç kere diyecegim! Ölmedin sen!"
- "Babamın kalbi var, alıştıra alıştıra söyleyin komutanım."
- "Babanın adı ne?"
- "Mehmet. Çekirdekçi Mehmet dediniz mi gösterirler."
- "Tamam! Için rahat olsun oglum!"
- "Komutanım?… Ne diyeceksiniz babama?"
- " Mehmet Bey! Oglunuz ölmedi!"
…
Asker ölür. Matadorlar ölür, akrobatlar ölür, mercan avcıları ölür... Tehlikeli meslegi olanlara öldüklerinde degil, hayatta kaldıklarında şaşırmak daha isabetli olur.
Şu var ki, meslek zorla seçilmez. Tutkusu olan seçer o meslegi. Onsekiz yaşında çocugu evinden alıp, eline tahta kılıç verip, arkasından el arabasıyla kovaladıktan üç ay sonra 'Aslanım Matador' diyerek arenaya salmazlar.
…
Türkiye'de savaş pişiriyorlar. Askerler ölüyor. Kızıyor, kabul etmiyorlar. 'Kana kan intikam!' 'Gidelim. Öldürelim!' 'Biz gitmeyelim, asker var o gitsin.' 'Aslanım asker. Herkesi yener!'
Yener alimallah. Gözü karadır askerin. Icabederse, gider görevini yapar… Hangimiz sevdigimiz işi yapıyoruz ki sonuçta…
Sıkıldık mı hayattan ne? Cumhuriyet kurulalıberi kaç kez madalyalandık? Ezildik mi biraz ne? Geçen hafta Türkiye Yunanistan'dan dört gol yedi. Futbolcular maça şehitlere saygı duruşuyla başladı, ertesi gün vatan haini ilan edileceklerdi.
Halbuki ne var. Maç bu! Yenersin de, yenilirsin de. Oyun…
Fakat, olmazki be! Tam da topyekün savaşa girmeye niyetlendigimiz şu sırada gidipte Yunan'a yenilir mi? Nerede Kurtuluş Savaşı ruhu! Böyle mi kurduk biz bu Cumhuriyeti!
- "Siz kimsiniz?"
- "Sizden olmayan!"
- "Biz kimiz o halde?"
- "Siz vatan hainisiniz! Cunhuriyet düşmanlarısınız! Bayragına, ülkesine, ordusuna saygı duymayan dejenere, Batı uşaklarısınız! Tarih sizden utanıyor! Türkiye Cumhuriyeti sizden utanıyor!"
- "Top yuvarlaktır' dedim diye mi?"
- "Avatarına şanlı Türk bayragını koymaktan acizsin! O bayragı ne zorluklarla diktik hiç düşünmez, deger bilmezsiniz!"
- "Sanki siz ugraşıp diktiniz. Kadınları oturttunuz Singer makinaların başına..."
- "Sus! Küstah! Öyle dikmek mi diyorum ben! Surlara diktik! Yoktan bir ülke var ettik!"
- "Ha, anladım. Ulubatlı Hasan gibi diyorsunuz…"
- "Ulubatlı Hasanlar Ölmez!
…
(ikinci yabancı şahıs)- "Hişt! Bi dakka gelsene bu yana!"
- "Efendim? Ulubatlı Hasan'ın sülalesindenseniz bilesiniz ki, ona bir laf etmedim."
- "Ulubat'lı Hasan kim? Ulubat nere?"
- "Istanbul'un fethinde bayragı surlara ilk diken…"
- "Biz 'Nasyonalist sembollere' karşıyız. Bayrakla ilgilenmiyoruz."
- "Korsan mısınız?"
- "Yok. Istanbulluyuz. Bize katıl sen de.
- "Istanbul Türkiye'de degil mi? Benim bildigim Edirne'ye kadar aynı barajlardan ve bayraktan istifade etmekteyiz?"
- "Kullanmıyoruz biz bayrak, mayrak! Sildik!"
- "Iyi de, bilincimin içi dışı, gözümün retina tabakasından dişimin kovuğuna kadar kadar ay yıldızlı bayrakla dolmuşum, nasıl silecegiz öyle çabucak?"
- "Kes. At!"
- "Siz Saw I'i seyrettiniz mi? Simdi IV'de çıkmış, hepsinden kanlıymış diyorlar…"
- "Git o halde! Sen de kanlı bayraga tapanlardansın! Barbar! Savaş yanlısı! Insanlık düşmanı! Medeniyet cahili! Lümpen!
- "…Türk demeyi unuttunuz…"
Babaannem bu gibi durumlarda "Sıçtı Cafer bez getir' buyururdu.
Hey gidi…
Bugün Cumhuriyet Bayramı. Kutlu olsun.
311
• A poem always runs the risk of being meaningless, and would be nothing without the risk of being meaningless.
• …everything that is exterior in relation to the book, everything that is negative as concerns the book, is produced within the book… for Jabes, the book is not in the world, but the world is in the book.
"The world exists because the book exists."
"The book is the work of the book." "The book multiplies the book."(p.33)
"To be is to-be-in-the-book."
• …The book can only be threatened by nothing, non-being, nonmeaning.
"Poetry is the desert of the promise.
Kafka: "We are nihilist thoughts in the brain of God."
"God is in perpetual revolt agains God" (Livre des questions, p.177).
"God is an interrogation of God" (p.152).
"… But I am not this man
for this man writes
and the writer is no one."
I, Serafi, the absent one, I was born to write books.
(I am absent because I am the storyteller.
Only the story is real.)
•…Absence of the writer (p.98)
For to write is to draw back. Not to retire into one's tent, in order to write, but to draw back from one's writing itself. To be grounded far from one's language, to emancipate it or lose one's hold on it, to let it make its way alone and unarmed. To leave speech. To let it speak alone, which it can do only in its written form… For the work, the writer is at once everything and nothing. Like God…
Derrida / Edmond Jabes & The Question of the Book
• …everything that is exterior in relation to the book, everything that is negative as concerns the book, is produced within the book… for Jabes, the book is not in the world, but the world is in the book.
"The world exists because the book exists."
"The book is the work of the book." "The book multiplies the book."(p.33)
"To be is to-be-in-the-book."
• …The book can only be threatened by nothing, non-being, nonmeaning.
"Poetry is the desert of the promise.
Kafka: "We are nihilist thoughts in the brain of God."
"God is in perpetual revolt agains God" (Livre des questions, p.177).
"God is an interrogation of God" (p.152).
"… But I am not this man
for this man writes
and the writer is no one."
I, Serafi, the absent one, I was born to write books.
(I am absent because I am the storyteller.
Only the story is real.)
•…Absence of the writer (p.98)
For to write is to draw back. Not to retire into one's tent, in order to write, but to draw back from one's writing itself. To be grounded far from one's language, to emancipate it or lose one's hold on it, to let it make its way alone and unarmed. To leave speech. To let it speak alone, which it can do only in its written form… For the work, the writer is at once everything and nothing. Like God…
Derrida / Edmond Jabes & The Question of the Book
Ekim 25, 2007
310
...
"I don't know what she thought about it. She said Monday or Tuesday, whichever suited you best. Of course she feels suspicious, but she also feels curious, and she's bound to imagine, with that bourgeois religious upbringing of hers...for she's the one who had had a bourgeois religious upbringing, and she makes no attempt to shake off its influence –on the contrary, it's been growing more marked for years now, gloomier and more repressive; she wasn't like that when I first knew her, and that's why I can't bear her any longer and why I need you so badly, because you bring me freedom, as you well know; but on the other hand I must try not to hurt her more than I can help, because of the children, and because...oh, you know why, and if I love you so much it's because you understand it all so well, because you've told me these things yourself, because it all seems simple to you, and to me too when I'm with you, whereas with her...oh, she doesn't say anything; particularly now, but she doesn't have to say anything; with her, everything is complicated, ridiculously and appallingly complicated –do you understand what I mean?"
"I understand perfectly."
Michel Butor / A Change of Heart (:151)
"I don't know what she thought about it. She said Monday or Tuesday, whichever suited you best. Of course she feels suspicious, but she also feels curious, and she's bound to imagine, with that bourgeois religious upbringing of hers...for she's the one who had had a bourgeois religious upbringing, and she makes no attempt to shake off its influence –on the contrary, it's been growing more marked for years now, gloomier and more repressive; she wasn't like that when I first knew her, and that's why I can't bear her any longer and why I need you so badly, because you bring me freedom, as you well know; but on the other hand I must try not to hurt her more than I can help, because of the children, and because...oh, you know why, and if I love you so much it's because you understand it all so well, because you've told me these things yourself, because it all seems simple to you, and to me too when I'm with you, whereas with her...oh, she doesn't say anything; particularly now, but she doesn't have to say anything; with her, everything is complicated, ridiculously and appallingly complicated –do you understand what I mean?"
"I understand perfectly."
Michel Butor / A Change of Heart (:151)
Ekim 10, 2007
309
Fumblerules
- Avoid run-on sentences they are hard to read.
- Don't use no double negatives.
- Use the semicolon properly, always use it where it is appropriate; and never where it isn't.
- Reserve the apostrophe for it's proper use and omit it when its not needed.
- Do not put statements in the negative form.
- Verbs has to agree with their subjects.
- No sentence fragments.
- Proofread carefully to see if you any words out.
- Avoid commas, that are not necessary.
- If you reread your work, you will find on rereading that a great deal of repetition can be avoided by rereading and editing.
- A writer must not shift your point of view.
- Eschew dialect, irregardless.
- And don't start a sentence with a conjunction.
- Don't overuse exclamation marks!!!
- Place pronouns as close as possible, especially in long sentences, as of 10 or more words, to their antecedents.
- Hyphenate between sy-
- llables and avoid un-necessary hyphens.
- Write all adverbial forms correct.
- Don't use contractions in formal writing.
- Writing carefully, dangling participles must be avoided.
- It is incumbent on us to avoid archaisms.
- If any word is improper at the end of a sentence, a linking verb is.
- Steer clear of incorrect forms of verbs that have snuck in the language.
- Take the bull by the hand and avoid mixed metaphors.
- Avoid trendy locutions that sound flaky.
- Never, ever use repetitive redundancies.
- Everyone should be careful to use a singular pronoun with singular nouns in their writing.
- If I've told you once, I've told you a thousand times, resist hyperbole.
- Also, avoid awkward or affected alliteration.
- Don't string too many prepositional phrases together unless you are walking through the valley of the shadow of death.
- Always pick on the correct idiom.
- "Avoid overuse of 'quotation "marks."'"
- The adverb always follows the verb.
- Last but not least, avoid clichés like the plague; seek viable alternatives.
Ekim 08, 2007
Eylül 25, 2007
306
The Tiger
Once a tiger was brought to the celebrated animal tamer Burson, for him to give his opinion as to the possibility of taming the animal. The small cage with the tiger in it was pushed into the training cage, which had the dimensions of a public hall; it was in a large hut-camp a long way outside the town. The attendants withdrew: Burson always wanted to be completely alone with an animal at his first encounter with it. The tiger lay quiet, having just been plentifully fed. It yawned a little, gazed wearily at its new surroundings, and immediately fell asleep.
-Kafka (Parables and Paradoxes)
Once a tiger was brought to the celebrated animal tamer Burson, for him to give his opinion as to the possibility of taming the animal. The small cage with the tiger in it was pushed into the training cage, which had the dimensions of a public hall; it was in a large hut-camp a long way outside the town. The attendants withdrew: Burson always wanted to be completely alone with an animal at his first encounter with it. The tiger lay quiet, having just been plentifully fed. It yawned a little, gazed wearily at its new surroundings, and immediately fell asleep.
-Kafka (Parables and Paradoxes)
Eylül 15, 2007
Eylül 03, 2007
304
A Dream Within A Dream
Take this kiss upon the brow!
And, in parting from you now,
Thus much let me avow-
You are not wrong, who deem
That my days have been a dream;
Yet if hope has flown away
In a night, or in a day,
In a vision, or in none,
Is it therefore the less gone?
All that we see or seem
Is but a dream within a dream.
I stand amid the roar
Of a surf-tormented shore,
And I hold within my hand
Grains of the golden sand-
How few! yet how they creep
Through my fingers to the deep,
While I weep- while I weep!
O God! can I not grasp
Them with a tighter clasp?
O God! can I not save
One from the pitiless wave?
Is all that we see or seem
But a dream within a dream?
Edgar Allan Poe
Take this kiss upon the brow!
And, in parting from you now,
Thus much let me avow-
You are not wrong, who deem
That my days have been a dream;
Yet if hope has flown away
In a night, or in a day,
In a vision, or in none,
Is it therefore the less gone?
All that we see or seem
Is but a dream within a dream.
I stand amid the roar
Of a surf-tormented shore,
And I hold within my hand
Grains of the golden sand-
How few! yet how they creep
Through my fingers to the deep,
While I weep- while I weep!
O God! can I not grasp
Them with a tighter clasp?
O God! can I not save
One from the pitiless wave?
Is all that we see or seem
But a dream within a dream?
Edgar Allan Poe
Ağustos 31, 2007
Ağustos 29, 2007
300
uzandı adam sırtüstü
altındaki kaya ıslaktı
üzeri de ıslaktı
gözleri de
tek ayagını kadın kucagına almıştı
güneş tuz yakıyordu gögsünde
kıpırdamadı
yattıgı yerden ufku okudu
yaprak oynamıyordu
tek kolunu yastık yapıp kadına baktı
beriki kıpırdısız, dikkat kesilmişti
öyleyse nereden geliyordu bu hareket!
ayaga fırlayıp bakmak istedi
kaldı
derin nefes aldı,
neredeyse gülümseyecekti
kadın, gördü gülümsedigini
gözlerini devirip,
deniz kestanesi dikenlerini
ayıklamaya devam etti
altındaki kaya ıslaktı
üzeri de ıslaktı
gözleri de
tek ayagını kadın kucagına almıştı
güneş tuz yakıyordu gögsünde
kıpırdamadı
yattıgı yerden ufku okudu
yaprak oynamıyordu
tek kolunu yastık yapıp kadına baktı
beriki kıpırdısız, dikkat kesilmişti
öyleyse nereden geliyordu bu hareket!
ayaga fırlayıp bakmak istedi
kaldı
derin nefes aldı,
neredeyse gülümseyecekti
kadın, gördü gülümsedigini
gözlerini devirip,
deniz kestanesi dikenlerini
ayıklamaya devam etti
Ağustos 28, 2007
299
'strange! strange!'
diye bağırdı kız
portakalı reçele batırdı
gece olmuştu
bir cırcır böcegi, hem de agustosta
'işte tam zamanı!'
makas aradı kesmek için
kat kat kat saçlarını?
bir imkan bakındı...
olsun!
imkan bankasını aradı
telefonu 40'larında genç bir adam açtı:
'alo! alo! alo!'
'alooo?'
adamın bıyıkları da vardı
eski korsan filmlerindeki gibi
bir kelebek saga,
bir kelebek sola
'evet, evet, evet!' dedi kız
adam saçlarını gözünün önünden çekti
geceleri deliksiz uyurdu
uyurken tek ayagı yorgandan uzardı
kıkırdadı adam
hırkasının kolunu sündürdü
ucundan uzayan ipligi parmagıyla yatırdı
kız, pikaba müzik koydu
'step, step, step. Caz!'
diye bagırdı adam
'oniki parmak piyano!' dedi kız
'ya davullar, ya davullar' dedi adam
've trompet!'
bagırdılar.
diye bağırdı kız
portakalı reçele batırdı
gece olmuştu
bir cırcır böcegi, hem de agustosta
'işte tam zamanı!'
makas aradı kesmek için
kat kat kat saçlarını?
bir imkan bakındı...
olsun!
imkan bankasını aradı
telefonu 40'larında genç bir adam açtı:
'alo! alo! alo!'
'alooo?'
adamın bıyıkları da vardı
eski korsan filmlerindeki gibi
bir kelebek saga,
bir kelebek sola
'evet, evet, evet!' dedi kız
adam saçlarını gözünün önünden çekti
geceleri deliksiz uyurdu
uyurken tek ayagı yorgandan uzardı
kıkırdadı adam
hırkasının kolunu sündürdü
ucundan uzayan ipligi parmagıyla yatırdı
kız, pikaba müzik koydu
'step, step, step. Caz!'
diye bagırdı adam
'oniki parmak piyano!' dedi kız
'ya davullar, ya davullar' dedi adam
've trompet!'
bagırdılar.
Ağustos 07, 2007
298
"I knew I was different," he whispered to his own quivering fingers. "I knew I was special. Always, I knew there was something."
"Well, you were quite right," said Dumbledore, who was no longer smiling, but watching Riddle intently. "You are a wizard."
(Harry Potter and the Half-Blood Prince, p:271)
"Well, you were quite right," said Dumbledore, who was no longer smiling, but watching Riddle intently. "You are a wizard."
(Harry Potter and the Half-Blood Prince, p:271)
Ağustos 05, 2007
297
-"Yanınız boş mu?"
-"...Bekliyorum."
-"Ya burası? Boş mu?"
-"Evet. Lütfen."
Bekledigini söyleyen kıza dönerek:
-"Şimdiye kadar hiç korkmadıgınız gibi korkmak ister misiniz?"
-"...Yoksa tanıdıkça sizden mi korkacagım?"
-"Haha ha. Ben zararsızım. Size bir zarar gelirse benden gelmeyecek."
Düdük çalar... Tren kalkmak üzere homurdanır. Mekanik bir ugultu, kesik kesik öksürür. Adam, ellerini ensesinde kavuşturarak, arkasına yaslanır:
-"En iyi seyahat, kendini kaybettigin seyahattir."
Dışarıyı seyretmekte olan kız, başını çevirmeden konuşur:
-"Ben hiçbir şeyden korkmam."
-"Bu cesaretiniz korkuyu sizden uzakta tutabiliyor mu bari?"
Kız, camda çırpınan küçük böcege bakarak, agır agır sag elindeki eldivenini sıyırır. Bir an bekler, yavaşça parmagını üzerine bastırır.
-"Ne dersiniz, korkunun da cesarete ihtiyacı oluyor mudur avına atılmak için?"
-"Eger avını seçtiyse cesaret degil dogru zaman önemlidir artık."
Gülümseyerek elini uzatır adam:
-"Hala tanışmadık. Ismim..."
Tren silkinir. Tekerler hareketlenmeye başlarken, ugultu sesleri örter.
-"...Bekliyorum."
-"Ya burası? Boş mu?"
-"Evet. Lütfen."
Bekledigini söyleyen kıza dönerek:
-"Şimdiye kadar hiç korkmadıgınız gibi korkmak ister misiniz?"
-"...Yoksa tanıdıkça sizden mi korkacagım?"
-"Haha ha. Ben zararsızım. Size bir zarar gelirse benden gelmeyecek."
Düdük çalar... Tren kalkmak üzere homurdanır. Mekanik bir ugultu, kesik kesik öksürür. Adam, ellerini ensesinde kavuşturarak, arkasına yaslanır:
-"En iyi seyahat, kendini kaybettigin seyahattir."
Dışarıyı seyretmekte olan kız, başını çevirmeden konuşur:
-"Ben hiçbir şeyden korkmam."
-"Bu cesaretiniz korkuyu sizden uzakta tutabiliyor mu bari?"
Kız, camda çırpınan küçük böcege bakarak, agır agır sag elindeki eldivenini sıyırır. Bir an bekler, yavaşça parmagını üzerine bastırır.
-"Ne dersiniz, korkunun da cesarete ihtiyacı oluyor mudur avına atılmak için?"
-"Eger avını seçtiyse cesaret degil dogru zaman önemlidir artık."
Gülümseyerek elini uzatır adam:
-"Hala tanışmadık. Ismim..."
Tren silkinir. Tekerler hareketlenmeye başlarken, ugultu sesleri örter.
296
I refused to interpret. I saw
The dreamer in her
Had fallen in love with me and she did not know it.
That moment the dreamer in me
Fell in love with her, and I knew it.
Ted Hughes / Birthday Letters
Poems by Sylvia Plath
The dreamer in her
Had fallen in love with me and she did not know it.
That moment the dreamer in me
Fell in love with her, and I knew it.
Ted Hughes / Birthday Letters
Poems by Sylvia Plath
Ağustos 04, 2007
295
Aferin almak istiyorum.
Camı açık bırakınca içeri sivrisinek doluyor.
Aferin almak istiyorum.
Kapının önünde kibarca gıcırdayan bir kedi var,
–miyavlamayı bilmiyor, barınaktan.
Aferin almak istiyorum.
Dünya beni eziyor, kibarca gıcırdıyorum:
"Pardon, Ayagıma mı bastınız?"
"Yooo," diyor adam, gözünü sahneden ayırmadan.
Ne yapsam da aferin alsam?
Tek umurumda olan yarın uyanmak,
Yataktan kalkmak
ve sonraki gün de...
Sabah ayagımı yere bastıgımda,
"Aferin" diyorum. "Aferin kızıma"... Hiç kanmıyorum;
ama, bir kez ayak basmış bulunuyorum.
Dünya bana aferin vermek için kapıda bekliyor.
Onda çok aferin var.
Alınca, daha çok almak istiyorsun.
Bitmiyor da... Herkese var...
Ama, ben bitsin istiyorum.
'Aferin almayı istemek' bitsin.
Tek bitmesin isteyecegim şey gülmek.
Gülmek, aferin gibi degil.
Gülersin, puf diye uçar; bir daha gülersin
Birikmezler. Yenisini yapmak gerekir.
Aferin'ler birikir, tozlanır.
Lokantaya girip, hep aynı yemegi ısmarlayan adamdır.
"Aynı aferinden istiyorum, bu kez iyice kızarsın."
"Evet efendim. Sepet efendim."
"Aferin!"
"Size aferin!"
Gülmek, aynısını sevmez hiç. Aynısına hazırlıklıdır,
boruya bacaklarıyla sarılmışken, son çıtçıtını ilikleyen itfaiyeci..
Aynısını görünce, tek ayagını basamaya geri dayar.
Farkı sezdigi ansa vıjjjjjt diye kıçüstü...
zira, öyle hızlıdır ki, 'anlamak' yolda gelir.
Gülenlerin aklına 'aferin' demek gelmez.
Geldiginde, gülmek çoktan uçup gitmiştir.
Aferin almak istiyorum.
Bu yazdıklarıma aferin verirler mi?
Verdiler diyelim, ne işine yaradı?
Diyelim verdiler, ne güleriz...
Camı açık bırakınca içeri sivrisinek doluyor.
Aferin almak istiyorum.
Kapının önünde kibarca gıcırdayan bir kedi var,
–miyavlamayı bilmiyor, barınaktan.
Aferin almak istiyorum.
Dünya beni eziyor, kibarca gıcırdıyorum:
"Pardon, Ayagıma mı bastınız?"
"Yooo," diyor adam, gözünü sahneden ayırmadan.
Ne yapsam da aferin alsam?
Tek umurumda olan yarın uyanmak,
Yataktan kalkmak
ve sonraki gün de...
Sabah ayagımı yere bastıgımda,
"Aferin" diyorum. "Aferin kızıma"... Hiç kanmıyorum;
ama, bir kez ayak basmış bulunuyorum.
Dünya bana aferin vermek için kapıda bekliyor.
Onda çok aferin var.
Alınca, daha çok almak istiyorsun.
Bitmiyor da... Herkese var...
Ama, ben bitsin istiyorum.
'Aferin almayı istemek' bitsin.
Tek bitmesin isteyecegim şey gülmek.
Gülmek, aferin gibi degil.
Gülersin, puf diye uçar; bir daha gülersin
Birikmezler. Yenisini yapmak gerekir.
Aferin'ler birikir, tozlanır.
Lokantaya girip, hep aynı yemegi ısmarlayan adamdır.
"Aynı aferinden istiyorum, bu kez iyice kızarsın."
"Evet efendim. Sepet efendim."
"Aferin!"
"Size aferin!"
Gülmek, aynısını sevmez hiç. Aynısına hazırlıklıdır,
boruya bacaklarıyla sarılmışken, son çıtçıtını ilikleyen itfaiyeci..
Aynısını görünce, tek ayagını basamaya geri dayar.
Farkı sezdigi ansa vıjjjjjt diye kıçüstü...
zira, öyle hızlıdır ki, 'anlamak' yolda gelir.
Gülenlerin aklına 'aferin' demek gelmez.
Geldiginde, gülmek çoktan uçup gitmiştir.
Aferin almak istiyorum.
Bu yazdıklarıma aferin verirler mi?
Verdiler diyelim, ne işine yaradı?
Diyelim verdiler, ne güleriz...
Temmuz 30, 2007
293
Adı Augusto. Evlendik Musil Park'ında, şahit güvercinler vardı yanımızda.
Adımı sordu, Oz dedim, uzatmadım. Aurelia'ya benzetti.
"Aura, Aura," dedi gökyüzünü göstererek.
Bulutlara baktım. Işıga baktım. Tam o sırada, agaçların kubbesini ördügü kovugumuzun önünden güvercinler havalandı. Tek siluetlerini gördüm. Suya düşer gibi göge döküldüler; güneş onları turuncuya sarıp, yuttu.
Işaret etti: "Ne görüyorsun?"
"Hava?"
"Gökyüzü" dedi. "Mavi gökyüzü –Aurelia!"
Kuşlara seslendi: "Gelin! Karımla tanışın! Mavi gökyüzünün kraliçesiyle!" [reine]
Ispanyolca konuşuyordu. Anladım her nasılsa...
Kuşları göstererek "Onlar, seni seviyorlar" dedi. "Neden biliyor musun?"
"Onlar kuş" dedim, "Herkesi severler."
"Hayır," dedi. "Çünkü sen çok güzelsin."
Iyice yaklaşıp teşekkür ettim. Kulakları iyi duymuyordu.
"Teşekkür etme," dedi kızarak. "Güzel olmayı sen istemedin ki... Gökyüzünü gösterdi, "... blue sky..."
Adımı sordu, Oz dedim, uzatmadım. Aurelia'ya benzetti.
"Aura, Aura," dedi gökyüzünü göstererek.
Bulutlara baktım. Işıga baktım. Tam o sırada, agaçların kubbesini ördügü kovugumuzun önünden güvercinler havalandı. Tek siluetlerini gördüm. Suya düşer gibi göge döküldüler; güneş onları turuncuya sarıp, yuttu.
Işaret etti: "Ne görüyorsun?"
"Hava?"
"Gökyüzü" dedi. "Mavi gökyüzü –Aurelia!"
Kuşlara seslendi: "Gelin! Karımla tanışın! Mavi gökyüzünün kraliçesiyle!" [reine]
Ispanyolca konuşuyordu. Anladım her nasılsa...
Kuşları göstererek "Onlar, seni seviyorlar" dedi. "Neden biliyor musun?"
"Onlar kuş" dedim, "Herkesi severler."
"Hayır," dedi. "Çünkü sen çok güzelsin."
Iyice yaklaşıp teşekkür ettim. Kulakları iyi duymuyordu.
"Teşekkür etme," dedi kızarak. "Güzel olmayı sen istemedin ki... Gökyüzünü gösterdi, "... blue sky..."
290
... homicidal egoist, a being totally involved with his self-image...
...sorcerers had unmasked self-importance and found that it is self-pity masquerading...
"self-pity" is the real enemy and the source of man's misery. Without a degree of pity to himself, man could not afford to be as self-important as he is.
..sorcery is a journey of return. We return vistorious to the spirit, having descended into hell. And, from hell we bring trophies. Understanding is one of our trophies.
(Casteneda, Silent Knowledge)
...sorcerers had unmasked self-importance and found that it is self-pity masquerading...
"self-pity" is the real enemy and the source of man's misery. Without a degree of pity to himself, man could not afford to be as self-important as he is.
..sorcery is a journey of return. We return vistorious to the spirit, having descended into hell. And, from hell we bring trophies. Understanding is one of our trophies.
(Casteneda, Silent Knowledge)
289
Bu yazdıklarımı silmek isterim daha yazmadan. Çingene bir gündü. Bayramdı, kalabalıktı, pazar kurulmuş, bezirganlar nefesleri açılsın diye iki maşrapa balık yagı yutmuştu...
Bayram geldi mi, kim var kim yok çarşıya iner; güzeli çirkinden, yanlışı dogrudan ayıramazsın. Hayat usturuplu akmaz, azar böyle günlerde.
Canım sıkılmıyor, güneş var. Dün denizi kokladım doya doya. Kumlarda oturdum. Doyamadım hatta.
Güldük on kere, onbeş kere. Kızıp, yakmadı güneş. Sevdi, ısıttı. Rüzgar ılıktı. Öyle bir gündü. Ne güzel gündü.
Eve gece vardım. Duş. Derken, Rob, odasının tavanında açılmış deligi gösterdi. Mutfaktan tencere bulduk, suyun altına koymak için. Ona, 'boşver, sen de kendine yeni bir oda bul. Burada oturulur mu?" dedim. Herhalde sahiden iyiligini istedim. Yoksa, ögüt vermeyi bıraktım insanlara.
Ögüt vermeyi bırakınca insanları da bırakıyorsun biraz. Fakat, en fenası, teselli etmeyi bırakmak. O zaman kayboluyor o insan. Hiç varolmamış gibi.
Regency Period'u sordu, dilim döndügünce anlattım. 'Gerçeklik' bir din olsaydı, başpapazlarından olurdum. Gönüllü olmazdım ama; kilisenin bahçesinde bulmuş, büyütmüş olurlardı belki.
Sabah delik iyice büyümüştü. Ortalıgı bir de pis koku sarmıştı. Rob, düşen parçaların sesiyle uyanmış; uyku mahmuru Jia'yı arıyordu.
Sesleri takip edip, üst kata çıktım. Yukarısı orta yagışlı, bir üst katta gök gürlüyor. Kapıdan Jia'nın sesi geldi.
Konuşurlarken merdiven yanındaki çardaga dayanıyormuş Rob. Kırılıp çökmüş. "Onunla beraber, aşagı düşüyordum" dedi, "Bugün bende bir aksilik var anlaşılan..."
Bilmem, ben fark etmedim. Çok dikkatimi vermedim ona. Umurumda olmadı. Tavanda koca kara bir delik var. Sudan korunmak için yeni yapılan kütüphanesini çöp torbalarıyla kaplamış. Geçer, geçer... Felaket dedigin de, geçer gider...
Bayram geldi mi, kim var kim yok çarşıya iner; güzeli çirkinden, yanlışı dogrudan ayıramazsın. Hayat usturuplu akmaz, azar böyle günlerde.
Canım sıkılmıyor, güneş var. Dün denizi kokladım doya doya. Kumlarda oturdum. Doyamadım hatta.
Güldük on kere, onbeş kere. Kızıp, yakmadı güneş. Sevdi, ısıttı. Rüzgar ılıktı. Öyle bir gündü. Ne güzel gündü.
Eve gece vardım. Duş. Derken, Rob, odasının tavanında açılmış deligi gösterdi. Mutfaktan tencere bulduk, suyun altına koymak için. Ona, 'boşver, sen de kendine yeni bir oda bul. Burada oturulur mu?" dedim. Herhalde sahiden iyiligini istedim. Yoksa, ögüt vermeyi bıraktım insanlara.
Ögüt vermeyi bırakınca insanları da bırakıyorsun biraz. Fakat, en fenası, teselli etmeyi bırakmak. O zaman kayboluyor o insan. Hiç varolmamış gibi.
Regency Period'u sordu, dilim döndügünce anlattım. 'Gerçeklik' bir din olsaydı, başpapazlarından olurdum. Gönüllü olmazdım ama; kilisenin bahçesinde bulmuş, büyütmüş olurlardı belki.
Sabah delik iyice büyümüştü. Ortalıgı bir de pis koku sarmıştı. Rob, düşen parçaların sesiyle uyanmış; uyku mahmuru Jia'yı arıyordu.
Sesleri takip edip, üst kata çıktım. Yukarısı orta yagışlı, bir üst katta gök gürlüyor. Kapıdan Jia'nın sesi geldi.
Konuşurlarken merdiven yanındaki çardaga dayanıyormuş Rob. Kırılıp çökmüş. "Onunla beraber, aşagı düşüyordum" dedi, "Bugün bende bir aksilik var anlaşılan..."
Bilmem, ben fark etmedim. Çok dikkatimi vermedim ona. Umurumda olmadı. Tavanda koca kara bir delik var. Sudan korunmak için yeni yapılan kütüphanesini çöp torbalarıyla kaplamış. Geçer, geçer... Felaket dedigin de, geçer gider...
Temmuz 22, 2007
Temmuz 10, 2007
Temmuz 09, 2007
283
gözünün altında bir kızarıklık var
az biraz da şişmiş
biliyorum, uyurken oldu
yumruk yapıyorsun elini
yanagının altında
banyonun tek lambası yanmış
yüzünü kesme
masada yarım bardagın duruyor
artık ne kalmışsa içinde
gülüyorsun, 'günaydın'
ağzın dolu.
yanıma gelirken hep
sandalyeyi çekecegin andan önce
odadaki tek sandalyenin o oldugunu düşünüyorum
neden hep ben erken uyanıyorum?
bir sabah da
sen baksan camdan ilk.
oturdugunda omzun dayanıyor
ter kokuyorsun bazen
söyleyecek oluyorum ama
unutuyorum, ya da şimdi önemli degil
utanıyorum
her öptüğünde
yatak hala açık.
az biraz da şişmiş
biliyorum, uyurken oldu
yumruk yapıyorsun elini
yanagının altında
banyonun tek lambası yanmış
yüzünü kesme
masada yarım bardagın duruyor
artık ne kalmışsa içinde
gülüyorsun, 'günaydın'
ağzın dolu.
yanıma gelirken hep
sandalyeyi çekecegin andan önce
odadaki tek sandalyenin o oldugunu düşünüyorum
neden hep ben erken uyanıyorum?
bir sabah da
sen baksan camdan ilk.
oturdugunda omzun dayanıyor
ter kokuyorsun bazen
söyleyecek oluyorum ama
unutuyorum, ya da şimdi önemli degil
utanıyorum
her öptüğünde
yatak hala açık.
Temmuz 08, 2007
Temmuz 06, 2007
Temmuz 05, 2007
Temmuz 02, 2007
Haziran 30, 2007
274
hatırladım
gevezeymişim
sanki o benmişim
içime bir şey doldu:
hatıra
sanki benimmiş
mavi olsun
kutu olsun
sırma iplikleri
uzun mu uzun
bir de, güneş vursun
öyleydin.
sevdim ben seni,
hani neredeydin?
hatırama katladım
özene bezene
kıtır kıtır naftalin
dört ucunu düğmükledim
kokun uçmuş
geriye bir şey kalmış
sevmedim.
ama seni çok sevdim
billah bembeyaz danteldi bohçam
en temiz duygularımı
tülbentle süzüp, kuruttumdu
'oku' dedigin kitabın arasında.
ikinci kere okurken,
yine seni hatırladım
sıkıldım.
halbuki seni ne çok sevdim
bak hatırlıyorum, deftere de yazmışım
mayıs'ta çıkageldin
hatırlamıyorum ayın kaçıydı
çok oldu,
gideli.
gevezeymişim
sanki o benmişim
içime bir şey doldu:
hatıra
sanki benimmiş
mavi olsun
kutu olsun
sırma iplikleri
uzun mu uzun
bir de, güneş vursun
öyleydin.
sevdim ben seni,
hani neredeydin?
hatırama katladım
özene bezene
kıtır kıtır naftalin
dört ucunu düğmükledim
kokun uçmuş
geriye bir şey kalmış
sevmedim.
ama seni çok sevdim
billah bembeyaz danteldi bohçam
en temiz duygularımı
tülbentle süzüp, kuruttumdu
'oku' dedigin kitabın arasında.
ikinci kere okurken,
yine seni hatırladım
sıkıldım.
halbuki seni ne çok sevdim
bak hatırlıyorum, deftere de yazmışım
mayıs'ta çıkageldin
hatırlamıyorum ayın kaçıydı
çok oldu,
gideli.
Haziran 18, 2007
273
"Anything is one of a million paths. Therefore you must always keep in mind that a path is only a path; if you feel you should not follow it, you must not stay with it under any conditions. To have such a clarity you must lead a disciplined life. Only then will you know that any path is only a path, and there is no affront, to oneself or to others, in dropping it if that is what your heart tells you to do. But your decision to keep on the path or to leave it must be free of fear or ambition. I warn you. Look at every path closely and deliberately.. Try it as many times as you think necessary. Then ask yourself, and yourself alone, one question: Does this path have a heart? All paths are the same: they lead nowhere. They are paths going through the bush, or into the bush. In my own life I could say I have traversed long, long paths, but I am not anywhere. My benefactor's question has meaning now. Does this path have a heart? If it does, the path is good; if it doesn't, it is of no use.
Both paths lead to nowhere; but one has a heart, the other doesn't. One makes for a joyful journey; as long as you follow it, you are one with it. The other make you curse your life. One makes you strong; the other weakens you."
. . .
"But how do you know when a path has no heart, don Juan?"
"Before you embark on it you ask the question: Does this path have a heart? If the answer is no, you will know it, and then you must choose another path."
"But how will I know whether a path has heart or not?"
"Anybody would know that. The trouble is nobody asks the question; when a man finally realizes that he has taken a path without a heart, the path is ready to kill him. At that point very few men can stop to deliberate, and leave the path."
"How should I proceed to ask the question properly, don Juan?"
"Just ask it."
"I mean, is there a proper method, so I would not lie to myself and believe the answer is yes when it really is no?"
"Why would you lie?"
"Perhaps because at the moment the path is pleasant and enjoyable."
"That is nonsense. A path without a heart is never enjoyable. You have to work hard even to take it. On the other hand, a path with heart is easy; it does not make you work at liking it."
(Castaneda, The Teachings of don Juan)
Both paths lead to nowhere; but one has a heart, the other doesn't. One makes for a joyful journey; as long as you follow it, you are one with it. The other make you curse your life. One makes you strong; the other weakens you."
. . .
"But how do you know when a path has no heart, don Juan?"
"Before you embark on it you ask the question: Does this path have a heart? If the answer is no, you will know it, and then you must choose another path."
"But how will I know whether a path has heart or not?"
"Anybody would know that. The trouble is nobody asks the question; when a man finally realizes that he has taken a path without a heart, the path is ready to kill him. At that point very few men can stop to deliberate, and leave the path."
"How should I proceed to ask the question properly, don Juan?"
"Just ask it."
"I mean, is there a proper method, so I would not lie to myself and believe the answer is yes when it really is no?"
"Why would you lie?"
"Perhaps because at the moment the path is pleasant and enjoyable."
"That is nonsense. A path without a heart is never enjoyable. You have to work hard even to take it. On the other hand, a path with heart is easy; it does not make you work at liking it."
(Castaneda, The Teachings of don Juan)
Haziran 05, 2007
271
My nonhero is a ghost in a grossmarket, standing still before a white wall under artificial melon vapor. Wants to know how flat one can be under heavy flow, for no reason at all. Steers her mind in the airport panorama with a vegetable's consciousness...
Rule 1: connect
She wants to become a humanonion. Turn the whole place into the largest vegetable on earth capable of absorbing the entire flow with its particles
Rule 2: disconnect
In any market, everybody is connected to the spatial grid: rows and columns;
and to the ergonomic grid: one hand grasps tight the shopping chart, the other hand that embraces the egg box;
and to the musical grid: Boston Pop, vocals by the announcing girl. Like a bird, she sings the 'hours for sale' song to mark the territory of the cheapest departments. (chorus: OOooou how these little things can make one happiiii).
To connect, you have to disconnect. From every social bond, any organic bond...
(> but, what about james bond???)
Slide down towards the slot into the Panoptikon Chamber (PC), connect to the flow.
No dogs allowed. So, to pick up one among several dog foods you have to try first. Taste some 'bone machine'.
No touch. Keep the distances written on the ergonomic grid.
No speech sounds. Follow the musical grid.
NO GAZE. Don't make others disconnect (by connecting them to yourself). Also
PLEASE DON'T GAZE BACK AT THE CAMERAS, for they don't gaze back at you; but guarantee your connection by securing your isolation in the Panoptikon Chamber. Any rational motive may disconnect, thus be found worthy for a capital judgement: unbroken disconnection.
Just flow.
Rule 1: con >be where you are< nect
So, The Ghost in the Grossmarket wants to become a gi4nt humanonion, without b3ing noticed wants to turn the whle pl4c3 into the most priimiitiive org g g geeanism on earth. As she disconn_nnocsid_ects by the approaching guard, prRRepared 4 a defense attt4ck, he connects: "D8 Y8U THINK M8V3M3NT 4ND SP4C3 IS N3C3SS4RY F8R Y8U T8 3XIST?"
(1998)
Rule 1: connect
She wants to become a humanonion. Turn the whole place into the largest vegetable on earth capable of absorbing the entire flow with its particles
Rule 2: disconnect
In any market, everybody is connected to the spatial grid: rows and columns;
and to the ergonomic grid: one hand grasps tight the shopping chart, the other hand that embraces the egg box;
and to the musical grid: Boston Pop, vocals by the announcing girl. Like a bird, she sings the 'hours for sale' song to mark the territory of the cheapest departments. (chorus: OOooou how these little things can make one happiiii).
To connect, you have to disconnect. From every social bond, any organic bond...
(> but, what about james bond???)
Slide down towards the slot into the Panoptikon Chamber (PC), connect to the flow.
No dogs allowed. So, to pick up one among several dog foods you have to try first. Taste some 'bone machine'.
No touch. Keep the distances written on the ergonomic grid.
No speech sounds. Follow the musical grid.
NO GAZE. Don't make others disconnect (by connecting them to yourself). Also
PLEASE DON'T GAZE BACK AT THE CAMERAS, for they don't gaze back at you; but guarantee your connection by securing your isolation in the Panoptikon Chamber. Any rational motive may disconnect, thus be found worthy for a capital judgement: unbroken disconnection.
Just flow.
Rule 1: con >be where you are< nect
So, The Ghost in the Grossmarket wants to become a gi4nt humanonion, without b3ing noticed wants to turn the whle pl4c3 into the most priimiitiive org g g geeanism on earth. As she disconn_nnocsid_ects by the approaching guard, prRRepared 4 a defense attt4ck, he connects: "D8 Y8U THINK M8V3M3NT 4ND SP4C3 IS N3C3SS4RY F8R Y8U T8 3XIST?"
(1998)
265
Diyelim ki ne yazdığını da bilmeden kağıdı kaplıyorsun. Arka arkaya birbirinin aynı desenlerle. Büyük, küçük, mavi, sarı, yuvarlak, köşeli aynılar. Ve saatler sonunda ne çizdiğini, nereye çizdiğini, neden çizdiğini unuttuğun halde kağıt hala boyanıyor. Işte böyle akarsın. Zaman beklerken, kağıt yaşlanır. Ve kağıdın bedeni boya olduğunda aralarında mutlaka içten bir hat vardır. Işte onu bulmak için çıktım yola. Belki o hattı bulabilirsem, birgün bir dokunuşta, kağıdı kirletmeden ve onu masaya çivilemeden aynısından çizebilirim.
Tek bir hamlede, bir doğru söz.
Tek bir hamlede, bir doğru söz.
259
Hayatta yapacak daha delice bir şeyi olmadığını söyleyene şöyle de:
Dans üzerine bir kitap yaz ve hiç dans etmeden. Bir senfoni bestele, elini hiçbir tuşa dokundurmadan, ve hiç çalınmamak üzere. Hiç değilse, hergün üzerine kendi kadar kum yığdığın bir tepenin ardını görmeye çalış.
Dans üzerine bir kitap yaz ve hiç dans etmeden. Bir senfoni bestele, elini hiçbir tuşa dokundurmadan, ve hiç çalınmamak üzere. Hiç değilse, hergün üzerine kendi kadar kum yığdığın bir tepenin ardını görmeye çalış.
256
Gördüklerim aynadan geri yansırken, bildiklerimden bir fazlası vardı içinde. Benim yerimde, benim kolumu uzatmış, arkasına bakıyor ve orada dehşetle onu izleyen ben’i, ileriyi görebilen bir kurtun gözleriyle süzüyorrrrdu. Derken, bildiğim bütün şeytanlar teker teker sökün ettiğinde, kayboldu gitti ve anladım ki, bildikleri bildiğimden fazlası değildi. Galiba içimde masum olan ne varsa dehşet içinde yaptıklarımı seyrediyor ve diyor ki: “Hiçbir iblis korku veremez bana, gördüklerimden daha fazla.”
Mayıs 31, 2007
Mayıs 30, 2007
253
Bile bile kendini iskeleye vuran etli balıklar vardı. Hava yüksek. Aydınlık kör edici ve güneş degil sebebi. Tahtaya çarpan kaygan balıkların çıkarttığı tok ses hala kulagımda. Ve ne çoklar! Kanatlılar, kılıç burunlular, büyük gözlüler. Hepsi canlı. Kayıp aşaga düştükçe geri çıkmaya çalışıyorlar. Gören, sudan korkup kaçtıklarını sanır. O kadar çoklar ki, su görünmüyor. Su, üstüste yıgılmış, çırpınan, iştahlı bir parlak gri. Suyun üstü tuzlu et örtüsü. Açılan iştahını tekrar kapatacak kadar çoklar... Sıkışmış havada bir bereket bulantısı.
252
Marketin beyaz duvarına gömülmüş, bozuk süt gibi pıhtılaşan suratımla adım adım kamufle oluyorum. Tepemin üzerindeki havalandırmadan yayılan taze kavun kokusunun altında, aroma terapi seansına girmiş, şehir depresyonlu bir arıza gibiyim. Elimdeki sigara paketini sıkarak, içtiğimi hayal ederken, bu arındırma törenine katılmış, tekerlikli arabaların çektiği insanlara bakıyorum. Onlar tekerleklere, tekerlekler marketin sokaklarına bağlanmış. Kan dolaşım sistemi dik açılarla çalışan, tek hücreli bir yaratığa kenetliler. Yaşamı o kadar basit prensiplere bağlı ki, zevk almamak elde değil. Tek kural bağlan: Bırak akıntı seni taşısın. Arın ve ak. Aktıkça arın. Hücre beslendikçe zevk büyüsün. Zevk beslendikçe hücre büyüsün. Tek kural: kuralı bozma: bağlantıyı kopartma.
Ama, doksan derecelik vektörlerle ilişkiye girmekte tereddütdeyim.
Hazzın ertelenmesi: Akıntıya karşı durdukça bir başka zevk büyüyor.
Bağlanıyorum, ama kavun kokusuna. Sütlerin üzerine işeyerek, beyaz duvarın içime girmesine izin veriyorum. Ben zevk aldıkça bir damar tıkanıyor. Diğerleri koyulaşırken bir damar giderek ağarıyor. Arabalar başka yönde şimdi. Sesler beyazdan kaçıyorlar. Buraya kadar gelipte geri dönmek isteyen akıntı giderek güçlenirken, boşluk bir tıkanıklık açıyor. Boruda sıkışan hava gibi. Gözgöze geldiğim bir araba şangırdayarak raflara bindirdi. Yere yığılan şampuanlara kimse dokunmuyor bile. Geriye dönmeyi beceremeyen bir araba hızla yanımdan geçmeye çalışırken kayıp, marketin posterlerle özene bezene kapatmaya çalıştığı camı yarıp dışarı fırladı. Artık sınır yok. Dolaşım sisteminde bir kara delik.
Parçalanan camla beraber şehrin sesi içerinin klimalı havasını iştahla yutuyor. Hücre içine püsküren zehirli gazla can çekişiyor. Akıntı artık her yerde, içerisi dışarıda, dışarısı içeride. Market artık şehre bağlanıyor. Patlıyor.
Yaklaşan güvenlik görevlisiyle gözgöze geldiğim an beyaz duvarla kopuyoruz. Uyuşukluğum korkmama engel. Nasıl olsa geldiğinde bir hikaye uydururum, sonuçta birşey yaptığım yok.
-“Memur Bey, ne alacağımı unuttum, ama çok da önemliydi. Zaten çok zor park yeri buldum. Şimdi gidip bir daha gelmeye kalksam... hatırlayana kadar burada dolaşayım en iyisi, aslında bir sigara içsem faydası olur ama...”
Adam bu noktada, “Siz...” diye başlayan, önü kesilmiş lafını unutarak, sorguya başlıyor: -“Yiyecek birşey miydi?”
Arkada başlayan yağmalamada, yerdeki donmuş patates paketlerini çantasına doldurmakta olan kadını gösterip kurtulmak mümkünse de, canım biraz uğraşmak istiyor demek:
-“Kesinlikle! Ve mavi birşeydi üstelik. Tabii aslında Mavilerle hiç ilgisi yok. Yani akşam yemek yapmam gerek ve sanırım tatlı yapacaktım ve ana malzemesi o olsa gerekti. Noktasız bir cümle kurabilir misiniz siz? Tatlısız yemek olmaz ki! Tabii bir keresinde akşam kuşağını kaçırdığım için dışarıda çöplenmek zorunda kalmıştım. Tabii hemen ortaya çıktı ve sekizyüz ceza puanı ödemek zorunda kaldım...”
Adam kollarını kavuşturdu: ”Sonunu bilmeden hiç roman yazmanın mümkün olduğunu düşündünüz mü, peki?”
Adama deli deli baktım. “Üzüm” demek bu kadar zor muydu? Aroma terapimi yarıda bırakmanın sıkıntısı yetmez gibi, cevap bekleyen cevaplarla canımı daha da sıkacağını düşünerek işi biraz daha ciddiye aldım:
“Aslında tabii roman yazmayı düşündüm; ama çok uzun ve tabii o kadar tabiî lafı nereden bulabilirim bilmiyorum.”
-“Ne hakkında, üzüm olabilir mi?”
-“Evet! Tabii! Işte! Aradığım buydu!” .
Adam canımı daha da sıkmaya hazırlanırken, yerdeki donmuş üzüm paketini ayağımla itip kendime yol açarak, camın arkasında, kaldırıma yanaşan çöp arabasına doğru yürüdüm.
Ne iç karartıcı bir dialogdu bu tanrım! Ölümüne satranç oynarım daha iyi.
(Market/1999)
Ama, doksan derecelik vektörlerle ilişkiye girmekte tereddütdeyim.
Hazzın ertelenmesi: Akıntıya karşı durdukça bir başka zevk büyüyor.
Bağlanıyorum, ama kavun kokusuna. Sütlerin üzerine işeyerek, beyaz duvarın içime girmesine izin veriyorum. Ben zevk aldıkça bir damar tıkanıyor. Diğerleri koyulaşırken bir damar giderek ağarıyor. Arabalar başka yönde şimdi. Sesler beyazdan kaçıyorlar. Buraya kadar gelipte geri dönmek isteyen akıntı giderek güçlenirken, boşluk bir tıkanıklık açıyor. Boruda sıkışan hava gibi. Gözgöze geldiğim bir araba şangırdayarak raflara bindirdi. Yere yığılan şampuanlara kimse dokunmuyor bile. Geriye dönmeyi beceremeyen bir araba hızla yanımdan geçmeye çalışırken kayıp, marketin posterlerle özene bezene kapatmaya çalıştığı camı yarıp dışarı fırladı. Artık sınır yok. Dolaşım sisteminde bir kara delik.
Parçalanan camla beraber şehrin sesi içerinin klimalı havasını iştahla yutuyor. Hücre içine püsküren zehirli gazla can çekişiyor. Akıntı artık her yerde, içerisi dışarıda, dışarısı içeride. Market artık şehre bağlanıyor. Patlıyor.
Yaklaşan güvenlik görevlisiyle gözgöze geldiğim an beyaz duvarla kopuyoruz. Uyuşukluğum korkmama engel. Nasıl olsa geldiğinde bir hikaye uydururum, sonuçta birşey yaptığım yok.
-“Memur Bey, ne alacağımı unuttum, ama çok da önemliydi. Zaten çok zor park yeri buldum. Şimdi gidip bir daha gelmeye kalksam... hatırlayana kadar burada dolaşayım en iyisi, aslında bir sigara içsem faydası olur ama...”
Adam bu noktada, “Siz...” diye başlayan, önü kesilmiş lafını unutarak, sorguya başlıyor: -“Yiyecek birşey miydi?”
Arkada başlayan yağmalamada, yerdeki donmuş patates paketlerini çantasına doldurmakta olan kadını gösterip kurtulmak mümkünse de, canım biraz uğraşmak istiyor demek:
-“Kesinlikle! Ve mavi birşeydi üstelik. Tabii aslında Mavilerle hiç ilgisi yok. Yani akşam yemek yapmam gerek ve sanırım tatlı yapacaktım ve ana malzemesi o olsa gerekti. Noktasız bir cümle kurabilir misiniz siz? Tatlısız yemek olmaz ki! Tabii bir keresinde akşam kuşağını kaçırdığım için dışarıda çöplenmek zorunda kalmıştım. Tabii hemen ortaya çıktı ve sekizyüz ceza puanı ödemek zorunda kaldım...”
Adam kollarını kavuşturdu: ”Sonunu bilmeden hiç roman yazmanın mümkün olduğunu düşündünüz mü, peki?”
Adama deli deli baktım. “Üzüm” demek bu kadar zor muydu? Aroma terapimi yarıda bırakmanın sıkıntısı yetmez gibi, cevap bekleyen cevaplarla canımı daha da sıkacağını düşünerek işi biraz daha ciddiye aldım:
“Aslında tabii roman yazmayı düşündüm; ama çok uzun ve tabii o kadar tabiî lafı nereden bulabilirim bilmiyorum.”
-“Ne hakkında, üzüm olabilir mi?”
-“Evet! Tabii! Işte! Aradığım buydu!” .
Adam canımı daha da sıkmaya hazırlanırken, yerdeki donmuş üzüm paketini ayağımla itip kendime yol açarak, camın arkasında, kaldırıma yanaşan çöp arabasına doğru yürüdüm.
Ne iç karartıcı bir dialogdu bu tanrım! Ölümüne satranç oynarım daha iyi.
(Market/1999)
251
Hiçbir seferinde, hiçbir kere.
Boşuna, boş yere, boş zaman:
Uyku zamanı. (O zehirli yeşilleri)
Uyanıkken göremezsin ama rüyada her zaman.
Sarı kahve bardağı, badem liköründe közlenmiş.
Onca iş arasında klavyeye sıkışmış küller, diş arasına kaçmış kırıntılar, tırnak pisliği, saatin üzerinde erimiş ter birikintileri kazınır.
Tüm literatür köşeye sıkışmak üzerine.
Köşeye sıkışmış yaşarsın, köşeye sıkışıp ölürsün.
İlaç içmeyi yine unuttum.
Sifon bozuk, sürekli su akıtıyor.
O suyun sesi nasıl taşıdığına inanamazsın. Yukarı kattaki flütçü neredeyse banyomda. Taşmış küvette uzanıp yattığım beş dakika boyunca, o bol 'ş'li literatürden uzaklaşıp, tüm binanın sesini dinledim:
Yan dairede çıplak ayak taşların üzerinde dolaşan adam, binayı kateden çöp bacasından düşen ıslak torbalar, bir başka dairedeki açık televizyon... Biri pencerelerini açıyor, sokak kapısından giren adam asansörü uyandırdı. Ve yukarıdaki flütçü. Tatil boyunca durmadan çaldı. Acaba gizlice banyoda pratik mi yapıyor? Ona birgün meşhur olsa bile konserlerine gidemeyeceğimi, çünkü kendimi kaybetmemek için sadece CD'den kurutulmuş müzik dinleyebildiğimi söylesem her gece ırzıma geçmeyi bırakır mı? Hem yandakilerin yeni çocuğu oldu. Kadın çocuğu uyutmaya çalışıyor. Uyusunda boğulasın şimdii. Boğulupta, banyoda uyuduğunu sanasın, ninnii.
Hepsi beynime su gibi doldu. Apartmanı su gibi ezberledim. İçinde yüzdüm. Sahibi oldum.
Ben, göbeğinden geçen bol ekşili, orta yosunlu, ıslak bir çöp kanalıyla beslenen yaşlı bir embriyoyum. Her şey burada; yatıp kalktığım su yatağında. Koca binanın nasıl soluk alıp verdiğini duydum. Tüm duvarları ortadan yok ederek beş dakika herkesi çırılçıplak gözetledim. Köşede durmadığım beş dakikada.
Uyku.
Sonra suratıma sıkışmış o hissi kazıyarak yazdım olanı biteni.
Bilemediğim bir eşikten sonrasını hiç geçemedim. Son dakikaya kadar bekledim; 'ama belki de' dedim, 'suda çukur kazmaya çalışıyorum'.
Sudan şeyler işte.
Boşuna, boş yere, boş zaman.
Boşuna, boş yere, boş zaman:
Uyku zamanı. (O zehirli yeşilleri)
Uyanıkken göremezsin ama rüyada her zaman.
Sarı kahve bardağı, badem liköründe közlenmiş.
Onca iş arasında klavyeye sıkışmış küller, diş arasına kaçmış kırıntılar, tırnak pisliği, saatin üzerinde erimiş ter birikintileri kazınır.
Tüm literatür köşeye sıkışmak üzerine.
Köşeye sıkışmış yaşarsın, köşeye sıkışıp ölürsün.
İlaç içmeyi yine unuttum.
Sifon bozuk, sürekli su akıtıyor.
O suyun sesi nasıl taşıdığına inanamazsın. Yukarı kattaki flütçü neredeyse banyomda. Taşmış küvette uzanıp yattığım beş dakika boyunca, o bol 'ş'li literatürden uzaklaşıp, tüm binanın sesini dinledim:
Yan dairede çıplak ayak taşların üzerinde dolaşan adam, binayı kateden çöp bacasından düşen ıslak torbalar, bir başka dairedeki açık televizyon... Biri pencerelerini açıyor, sokak kapısından giren adam asansörü uyandırdı. Ve yukarıdaki flütçü. Tatil boyunca durmadan çaldı. Acaba gizlice banyoda pratik mi yapıyor? Ona birgün meşhur olsa bile konserlerine gidemeyeceğimi, çünkü kendimi kaybetmemek için sadece CD'den kurutulmuş müzik dinleyebildiğimi söylesem her gece ırzıma geçmeyi bırakır mı? Hem yandakilerin yeni çocuğu oldu. Kadın çocuğu uyutmaya çalışıyor. Uyusunda boğulasın şimdii. Boğulupta, banyoda uyuduğunu sanasın, ninnii.
Hepsi beynime su gibi doldu. Apartmanı su gibi ezberledim. İçinde yüzdüm. Sahibi oldum.
Ben, göbeğinden geçen bol ekşili, orta yosunlu, ıslak bir çöp kanalıyla beslenen yaşlı bir embriyoyum. Her şey burada; yatıp kalktığım su yatağında. Koca binanın nasıl soluk alıp verdiğini duydum. Tüm duvarları ortadan yok ederek beş dakika herkesi çırılçıplak gözetledim. Köşede durmadığım beş dakikada.
Uyku.
Sonra suratıma sıkışmış o hissi kazıyarak yazdım olanı biteni.
Bilemediğim bir eşikten sonrasını hiç geçemedim. Son dakikaya kadar bekledim; 'ama belki de' dedim, 'suda çukur kazmaya çalışıyorum'.
Sudan şeyler işte.
Boşuna, boş yere, boş zaman.
249
Caddede bir fare gördüm. Kaldırımda dikilen iki kız gösterdi.
Fındık kadardı.
Tekerleklerin arasında nefes nefeseydi. Durdum.
Arabalar kalktı. Şeridinden fırladı. Koştu, durdu, kalktı, koştu kaldırıma vardı. Nasıl ezilmedi?
Kayboldu.
Yaklaştım. Başı uzandı kenardan. Fırladı kaldırıma.
Bir fare gördüm. Fareye benzeyen insanlar gördüm.
Bacaklarımız yaydandı.
Fark ettim ki, durmasını telkin etmek için
dinmeliydi önce zıplaması.
Fındık kadardı.
Tekerleklerin arasında nefes nefeseydi. Durdum.
Arabalar kalktı. Şeridinden fırladı. Koştu, durdu, kalktı, koştu kaldırıma vardı. Nasıl ezilmedi?
Kayboldu.
Yaklaştım. Başı uzandı kenardan. Fırladı kaldırıma.
Bir fare gördüm. Fareye benzeyen insanlar gördüm.
Bacaklarımız yaydandı.
Fark ettim ki, durmasını telkin etmek için
dinmeliydi önce zıplaması.
Mayıs 21, 2007
246
Deli olmadıgımı kanıtlamak için yaptıklarım tam bir zavallılık örnegi! Uzun uzun bir sürü kelime sarf etmek, üşenmeden cümleleri ard arda dizmek gerekiyor. Bir noktadan öbürüne nasıl gittigimi anlamazlarsa diye korkuyor olmalıyım.
Bir noktadan ötekine nasıl gittigimi kendim anlamadıgımda daha da korkuyorum.
Delirmenin yanısıra, bir de aslanlardan korkuyorum. Çok büyükler! Sesleri de büyük! Bir de, kararlılar hani...
Yolda önüne aslan çıkma ihtimali sıfır mı? Değil.
Sıfır mümkün mü sahiden?
Bir noktadan ötekine nasıl gittigimi kendim anlamadıgımda daha da korkuyorum.
Delirmenin yanısıra, bir de aslanlardan korkuyorum. Çok büyükler! Sesleri de büyük! Bir de, kararlılar hani...
Yolda önüne aslan çıkma ihtimali sıfır mı? Değil.
Sıfır mümkün mü sahiden?
245
The difficulty is our reluctance to accept the idea that knowledge can exist without words to explain it. Accepting this proposition is not as easy as saying you accept it. The whole of humanity has moved away from the abstract. It takes years for an apprentice to be able to go back to the abstract, that is, to know that knowledge and language can exist independent of each other.
The crux of our difficulty in going back to the abstract is our refusal to accept that we can know without words or even without thoughts. Knowledge and language are separate...
Carlos Castaneda (The Power of Silence)
The crux of our difficulty in going back to the abstract is our refusal to accept that we can know without words or even without thoughts. Knowledge and language are separate...
Carlos Castaneda (The Power of Silence)
Mayıs 12, 2007
Mayıs 09, 2007
Mayıs 08, 2007
Mayıs 03, 2007
Mayıs 02, 2007
238
Kapı açıldı. "-Girebilir miyim?"
-Kim o?
-Ben!.. Nasılsın?
Çoktan içeriye girmişti bile. Hemen masanın yanındaki tabureye ilişti. "Epeydir görüşmedik!"
'Epeydir' uzun bir süre demekti. Bu süreyi uzatmak için uğraşmıştı –epeydir. Birgün, "Epeydir görüşmedik" diye başlayan bir karşılaşma olacaktı elbet. Demek o gün, bugündü.
Kucagındaki çocugu öbür koluna geçirerek lavabodaki işini bıraktı; gülümseyerek masanın öbür ucundaki koltuga oturdu. "Nasıl gidiyor her şey?"
Öteki, daha çok karavanın içindekilerle ilgileniyor gibiydi. Egilip yerden, sandalyelerden birinin arkasına yuvarlanmış oyuncagı aldı. Gözleri, perdelere, sonra mutfaga, daha dogrusu mutfak yerine geçen tezgahın üzerine takıldı. Baktıgı yere kadın da döndürdü bakışlarını.
-Kahve ister misin, ya da çay?
Aslında geldigine sevinmiş ve onu rahat ettirmek için çabalıyor gibi görünmek istemiyordu; alışkanlıktan sormuştu... Tam da çaresiz çırpınan ev sahiplerine yapıldıgı gibi adam teklifi geçiştirdi:
-Almayım bir şey, belki daha sonra...
Kadın durumunu düzeltmek için ayaklandı. "Ben bir çay alacagım." Kolunda sessiz, etrafa bakınan çocugu kaldırarak adama uzattı. "Iki dakika tutar mısın şunu."
Adam çocugu havada kollarına alırken, bakışlarıyla kadını takip ederek sordu:
-Adı neydi bunun? Ne şeker şey!
-Adı yok daha. Düşünüyorum.
-Ne kadar oldu?
-Dört aylık.
-Ben ne zaman dogdu hatırlamıyorum. O aralar yok muydum acaba?
-Bilmiyorum. Mayıs'ta dogdu.
Kadın, üzeri tüten bir bardakla masaya geri döndü. "Sagol. Alabilirim artık."
Adam, çocugu uzatırken belli belirsiz mırıldandı: "Mayısta, kuzeydeki panayırda olmalıyım." Sesini temizleyerek sordu:
-Adı yok mu sahiden?
-Düşünüyorum dedim ya.
Adam, geri çekilme ihtiyacı duyarak, etrafa bakındı. "Yalnız mı oturuyorsun?"
Kadın başını salladı. "Biraz toparlanıncaya kadar burada kalacagım, sonra herhalde şehre döneriz."
"Ne çok zaman geçti... Nasıl oldu peki bu? Yani... nasıl karar verdin?"
Kadın kucagındaki çocuga baktı. "Karar vermedim. Düşünmedim bile. Fark ettigimde her şey ayarlanmış gibiydi...
Çocuga hafifçe sarıldı. "Ben onu daha yokken bile seviyordum."
Adam çocuga kaçamak bir bakış attı. "Ben yokken çok şey olmuş burada."
Kadın adamın sesinde hesaplanmamış bir kıskançlık ayırt etti. Hoşuna mı gitmeliydi bu durum? Ama gitmedi. Kucagında uykuya dalan çocugu kollarının arasında toparladı, eliyle alnındaki saçları düzeltti. "Sen neler yaptın peki? Iyi görünüyorsun."
Adam, elindeki oyuncagı düşürdü. Sakarca geri almaya çalışırken yine düşürdü. Muzipçe gülümseyerek, "Ne bileyim! Dolaşıp durdum. Aslında serserilige devam ettim.. Hoş, o zamandan beri bir daha o kadar dagıtmadım" dedi. Tepkisini görmek için yerinde sıkılganlıkla hareketlenen kadına baktı. "O gün ne sarhoştuk ama degil mi! Iki gün durmaksızın uyudum sonra!"
"Ben o kadar da sarhoş degildim canım! Bayagı eglenmiştim ama... galiba... çok da hatırlamıyorum şimdi..."
Adam yerinde biraz daha dogruldu. "Sahi, en son o zaman mı görüşmüştük?"
Kadın çocuga baktı. Aşagıya kayan kolunu düzeltti. "Yataga yatırsam iyi olacak," diyerek ayaga kalktı.
Adam da kalktı yeriden. Bir şey çıkartacakmış gibi elini montunun cebine attı. Öylece bekledi. Kadın ne yaptıgını görmek için başını çevirdi. Yerinde öylece durmaya devam eden adamı görünce, kucagındaki çocukla geri döndü.
"Bu sefer ne kadar kalacaksın?" diye sordu, daha sorunun yarısında pişman olarak.
"Kışa kadar buradayım." Sıkılarak devam etti adam: "Nerede?... Yani, babası?"
Kadın, sözlüde çalıştıgı soru gelen bir ögrencinin ferahlıgıyla cevap verdi:
"Kıştan sonra gelecek."
2001
-Kim o?
-Ben!.. Nasılsın?
Çoktan içeriye girmişti bile. Hemen masanın yanındaki tabureye ilişti. "Epeydir görüşmedik!"
'Epeydir' uzun bir süre demekti. Bu süreyi uzatmak için uğraşmıştı –epeydir. Birgün, "Epeydir görüşmedik" diye başlayan bir karşılaşma olacaktı elbet. Demek o gün, bugündü.
Kucagındaki çocugu öbür koluna geçirerek lavabodaki işini bıraktı; gülümseyerek masanın öbür ucundaki koltuga oturdu. "Nasıl gidiyor her şey?"
Öteki, daha çok karavanın içindekilerle ilgileniyor gibiydi. Egilip yerden, sandalyelerden birinin arkasına yuvarlanmış oyuncagı aldı. Gözleri, perdelere, sonra mutfaga, daha dogrusu mutfak yerine geçen tezgahın üzerine takıldı. Baktıgı yere kadın da döndürdü bakışlarını.
-Kahve ister misin, ya da çay?
Aslında geldigine sevinmiş ve onu rahat ettirmek için çabalıyor gibi görünmek istemiyordu; alışkanlıktan sormuştu... Tam da çaresiz çırpınan ev sahiplerine yapıldıgı gibi adam teklifi geçiştirdi:
-Almayım bir şey, belki daha sonra...
Kadın durumunu düzeltmek için ayaklandı. "Ben bir çay alacagım." Kolunda sessiz, etrafa bakınan çocugu kaldırarak adama uzattı. "Iki dakika tutar mısın şunu."
Adam çocugu havada kollarına alırken, bakışlarıyla kadını takip ederek sordu:
-Adı neydi bunun? Ne şeker şey!
-Adı yok daha. Düşünüyorum.
-Ne kadar oldu?
-Dört aylık.
-Ben ne zaman dogdu hatırlamıyorum. O aralar yok muydum acaba?
-Bilmiyorum. Mayıs'ta dogdu.
Kadın, üzeri tüten bir bardakla masaya geri döndü. "Sagol. Alabilirim artık."
Adam, çocugu uzatırken belli belirsiz mırıldandı: "Mayısta, kuzeydeki panayırda olmalıyım." Sesini temizleyerek sordu:
-Adı yok mu sahiden?
-Düşünüyorum dedim ya.
Adam, geri çekilme ihtiyacı duyarak, etrafa bakındı. "Yalnız mı oturuyorsun?"
Kadın başını salladı. "Biraz toparlanıncaya kadar burada kalacagım, sonra herhalde şehre döneriz."
"Ne çok zaman geçti... Nasıl oldu peki bu? Yani... nasıl karar verdin?"
Kadın kucagındaki çocuga baktı. "Karar vermedim. Düşünmedim bile. Fark ettigimde her şey ayarlanmış gibiydi...
Çocuga hafifçe sarıldı. "Ben onu daha yokken bile seviyordum."
Adam çocuga kaçamak bir bakış attı. "Ben yokken çok şey olmuş burada."
Kadın adamın sesinde hesaplanmamış bir kıskançlık ayırt etti. Hoşuna mı gitmeliydi bu durum? Ama gitmedi. Kucagında uykuya dalan çocugu kollarının arasında toparladı, eliyle alnındaki saçları düzeltti. "Sen neler yaptın peki? Iyi görünüyorsun."
Adam, elindeki oyuncagı düşürdü. Sakarca geri almaya çalışırken yine düşürdü. Muzipçe gülümseyerek, "Ne bileyim! Dolaşıp durdum. Aslında serserilige devam ettim.. Hoş, o zamandan beri bir daha o kadar dagıtmadım" dedi. Tepkisini görmek için yerinde sıkılganlıkla hareketlenen kadına baktı. "O gün ne sarhoştuk ama degil mi! Iki gün durmaksızın uyudum sonra!"
"Ben o kadar da sarhoş degildim canım! Bayagı eglenmiştim ama... galiba... çok da hatırlamıyorum şimdi..."
Adam yerinde biraz daha dogruldu. "Sahi, en son o zaman mı görüşmüştük?"
Kadın çocuga baktı. Aşagıya kayan kolunu düzeltti. "Yataga yatırsam iyi olacak," diyerek ayaga kalktı.
Adam da kalktı yeriden. Bir şey çıkartacakmış gibi elini montunun cebine attı. Öylece bekledi. Kadın ne yaptıgını görmek için başını çevirdi. Yerinde öylece durmaya devam eden adamı görünce, kucagındaki çocukla geri döndü.
"Bu sefer ne kadar kalacaksın?" diye sordu, daha sorunun yarısında pişman olarak.
"Kışa kadar buradayım." Sıkılarak devam etti adam: "Nerede?... Yani, babası?"
Kadın, sözlüde çalıştıgı soru gelen bir ögrencinin ferahlıgıyla cevap verdi:
"Kıştan sonra gelecek."
2001
237
...Sanatçıların ulaşamaması nedeniyle AKM'deki iki gösteri iptal edildi. İstanbul Devlet Opera ve Balesi Müdürü Kerim Soysal, programa göre AKM Küçük Salon'da saat 19.30'da müzikal komedi "Bir Tenor Aranıyor" ile Büyük Salon'da saat 20.00'de "Elektra" operasının sahnelenmesinin planladığını, ancak 1 Mayıs eylemleri nedeniyle sanatçıların ulaşamadığını belirtti. Sanatçıların gösterilere hazırlanabilmeleri için saat 14.00'ten itibaren AKM'de olmaları gerektiğini kaydeden Soysal, trafik yoğunluğu ve olaylar nedeniyle sadece bir trombon sanatçısının gelebildiğini, bu sanatçının da biber gazından etkilenmiş durumda olduğunu ifade etti. (Milliyet, 1 Mayıs 2007)
... ah Aziz Nesin ah!
... ah Aziz Nesin ah!
Nisan 30, 2007
235
Az evvel dışarıya çıktım. Tam sigaranın dumanını üfürürken gözüm karşıki evin üst katında, florasan ışıklı bir odaya takıldı. Kendimi soğuğa çalan bir akşamda Cebeci'de buldum!
Cambridge'in St.Mary Road'u nere, Cebeci nere hay güzel Allahım! Fakat, değil mi ki, gündüz rüyalarından birinde, hem de tanımadıgım adamın biriyle, yine oraya kaçmışım. Demek, orada kalmış bir taşım. Demek oradan da yarım bir şey koparmışım.
Kafam neden böyle dört atlı dört tarafından çeker gibi sıçrıyor yerinde?
Aynanın karşısına geçen deli Mine, kaldırıyor bukle bukle
vur dibine, vur dibine.
Tel tel de sayarım n'olacak. Üç, beş, iki bin. Kesiyorum–
yollarını. Bildiklerimi yıktıkça, sütunlar başıboş, uzanıyorlar. Gökyüzündeki bütün çatıları yokluyorlar. Kesiyorum yollarını. Yok. Eski çatıya dönmek yok. 'Bildim' demek yok.
Kıvranıyorlar yerlerinde, sünüyor, saga sola devriliyorlar. Florasanlı pencereyi tutan sütun iniyor mu Cebeci'nin üstüne! Sapla saman karışıyor mu sana! Aman çıkma yollarına, kaçma kolayına...
Cambridge'in St.Mary Road'u nere, Cebeci nere hay güzel Allahım! Fakat, değil mi ki, gündüz rüyalarından birinde, hem de tanımadıgım adamın biriyle, yine oraya kaçmışım. Demek, orada kalmış bir taşım. Demek oradan da yarım bir şey koparmışım.
Kafam neden böyle dört atlı dört tarafından çeker gibi sıçrıyor yerinde?
Aynanın karşısına geçen deli Mine, kaldırıyor bukle bukle
vur dibine, vur dibine.
Tel tel de sayarım n'olacak. Üç, beş, iki bin. Kesiyorum–
yollarını. Bildiklerimi yıktıkça, sütunlar başıboş, uzanıyorlar. Gökyüzündeki bütün çatıları yokluyorlar. Kesiyorum yollarını. Yok. Eski çatıya dönmek yok. 'Bildim' demek yok.
Kıvranıyorlar yerlerinde, sünüyor, saga sola devriliyorlar. Florasanlı pencereyi tutan sütun iniyor mu Cebeci'nin üstüne! Sapla saman karışıyor mu sana! Aman çıkma yollarına, kaçma kolayına...
Nisan 12, 2007
Nisan 10, 2007
Nisan 09, 2007
Nisan 05, 2007
Mart 30, 2007
Mart 22, 2007
Mart 17, 2007
222
...Bahçesi çok güzeldi. Arada sıkılıp, emaillerini kontrol etti. Bol bol esnedi. O sıkıntıdan olmayabilir, sabahları erken kalkıyormuş.
Sarhoştum. Eve sürerken arabada agladım bir iki dakika. Kadın aglaması. Kendimi tutamadım. Imkansız gördüm herhalde. Duvarlara agladım.
Aglamak öyle bir şey zaten. Agladın mı, hep duvarlara aglarsın...
Sarhoştum. Eve sürerken arabada agladım bir iki dakika. Kadın aglaması. Kendimi tutamadım. Imkansız gördüm herhalde. Duvarlara agladım.
Aglamak öyle bir şey zaten. Agladın mı, hep duvarlara aglarsın...
Mart 16, 2007
Mart 13, 2007
218
eglenirken, eglendiginin farkına vardığında eglenmeye devam edebilir mi insan.
sevmek de öyle bir şey: eylem.
sevmek üzerine düşünmek başka bir eylem.
belki de hiçbir eylem 'self-conscious' degil. konuşurken, 'konusmakta oldugumun' farkına vardıgımda takılıp kalırım. galiba düşünmenin üzerine düşünmek de bu derecede zor.
sevmek de öyle bir şey: eylem.
sevmek üzerine düşünmek başka bir eylem.
belki de hiçbir eylem 'self-conscious' degil. konuşurken, 'konusmakta oldugumun' farkına vardıgımda takılıp kalırım. galiba düşünmenin üzerine düşünmek de bu derecede zor.
Mart 06, 2007
Mart 05, 2007
215
Every city has a sex and an age which have nothing to do with demography. Rome is feminine. So is Odessa. London is a teenager, an urchin, and, in this, hasn't changed since the time of Dickens. Paris, I believe, is a man in his twenties in love with an older woman.
John Berger
John Berger
Mart 01, 2007
214
I'll fly and fly and fly and fly...
and land at some point...
ok?
at that point
I want to be a casanova.
kissing a casanova is good. 'cause you're never in debt.
and he kisses
wow!
how gentle, how soft, how passionate was that!
how not me, yet how all over me
how not about him, how not about me
how even.
and land at some point...
ok?
at that point
I want to be a casanova.
kissing a casanova is good. 'cause you're never in debt.
and he kisses
wow!
how gentle, how soft, how passionate was that!
how not me, yet how all over me
how not about him, how not about me
how even.
Şubat 16, 2007
213
-“Içime bir şey girdi!”
-“Ne zaman?”
-“Az önce. Dışarıda otururken!”
-“Ne! Nasıl bir şey?!”
-“Bilmiyorum ki! Çatıdan üstüme atladı.”
-“Çatıdan mı?”
-“Gökyüzünü seyrediyordum. Karanlıktı, fakat gökyüzü koyu maviydi, siyah degil. Kenarda durdugunu fark etmedim ilkin... Ilkin hiçbir şey fark etmedim. Bir gölge kıpırdadı, baktıgımda üzerime atlıyordu!”
-“Bir kuş falan olmasın?”
-“Kanatları vardı ama uçmuyordu ki!”
-“Belki bir sincap?”
-“Hayır! Çok daha büyüktü!” “Ayrıca, içime girdi diyorum sana!”
-“Ne kadar büyüktü?” “Ne demek 'içime girdi'? O nasıl şey öyle?”
-“Bir köpek kadar büyüktü. Üzerime esti...” “Bütün esinti geldi, bende bitti... üzerime gömüldü! Bedenim emdi onu adeta!”
-“E, şimdi n'erde o halde?”
-“Burada. Bende olmalı.”
-“Neler saçmalıyorsun kuzum! Gece dışarıya hava almaya çıkıp, gökyüzüne bakarken uyuya kalmış olmalısın.”
-“Hayır! Rüya falan degil! Içime girerken baştan ayagı hissettim. Gövdesine sarılmış serin havayı, yumuşak tüylerini, sert kemiklerini, hatta kalbinin atışını... hepsini duydum!”
-“Akıl almaz!”
-“Farkındayım, evet... fakat içime bir şey girdi!...” “Iyice bak bana! Bir degişiklik görüyor musun?”
-“...Hayır.”
-“Yüzüm, gözüm.... saçlarım nasıl?”
-“Her zamanki gibi... güzel... uzun, siyah!”
-“Gördün mü bak! Benim saçlarım kızıldı! Tanrım! Nasıl oldu bu!”
-“Kızıl mı?”
-“Gözlerim peki!? Gözlerime bak!”
-“Onlar da siyah.”
-“Ne!”
-“Ne yani gözlerin siyah degil miydi?”
-“Yeşil! Yeşillerdi!”
-“... şey... ben koyu renk gibi hatırlıyorum?”
-“Başka... başka... Yüzüme bak, bir farklılık görüyor musun?”
-“Aman Allahım!”
-“Ne?”
-“Alnının kenarında büyük, çirkin bir yara var!”
-“... O hep vardı.” “Çocukken koltuktan düşüp, sehpaya çarpmıştım.”
-“Ah, evet...” “Her evde olur böyle kazalar. Ben de küçükken salıncak kurup, sallanmaya kalkmıştım bir keresinde...”
-“Ne evi kuzum! Ben yurtta büyüdüm ya!”
-“Öyle miydi?”
-“Bak! Görüyor musun?”
-“Neyi?”
-“Karnımda küçük, siyah bir leke var.”
-“Nerede?”
-“Işte burada. Göbegimin üzerinde.”
-“Dogum lekesine benziyor.”
-“Böyle dogum lekesi gördün mü sen –çukur!”
-“Görmedim sanırım.”
-“Daha önce yoktu bu!”
-“...öyle diyorsan...”
-“Ne demek 'öyle diyorsan'?” Hiç dikkat etmedin mi?”
-“Elbette canım. Leke olsa görmez miydim!”
-“Tanrım! Bana neler oluyor? Bu ben kim?”
-“Dur telaşlanma, tekrar düşünelim... Baştan başla, şu çatıdan düşen siyah şey...”
-“Siyah mı? Siyah oldugunu söylemedim ki!”
-“E, siyah degil miydi?”
-“Ne bileyim ben. Her yer karanlıktı!”
-“Peki. O zaman, bu çatıdan üzerine düşen şey...”
-“Ne düşmesi! Düşse karpuz gibi yerde yatıyor olurdu! Gayet emin beni bekliyordu!”
-“Tamam. Şimdi üzerine bir şey atladı mı, atlamadı mı?”
-“Bi dakka! Hatırladım!” “Bu leke, sigara yanıgı! Eskiden kalma...”
-"Ha?"
-“Oh! Bir an için çok korktum!”
-“Oh! Ben de!”
-"Unutmuşum işte..."
-“Degişen bir şey yok o halde!"
-“Of, neyse...”
-“Evet canım. Neyse...”
-“Ne zaman?”
-“Az önce. Dışarıda otururken!”
-“Ne! Nasıl bir şey?!”
-“Bilmiyorum ki! Çatıdan üstüme atladı.”
-“Çatıdan mı?”
-“Gökyüzünü seyrediyordum. Karanlıktı, fakat gökyüzü koyu maviydi, siyah degil. Kenarda durdugunu fark etmedim ilkin... Ilkin hiçbir şey fark etmedim. Bir gölge kıpırdadı, baktıgımda üzerime atlıyordu!”
-“Bir kuş falan olmasın?”
-“Kanatları vardı ama uçmuyordu ki!”
-“Belki bir sincap?”
-“Hayır! Çok daha büyüktü!” “Ayrıca, içime girdi diyorum sana!”
-“Ne kadar büyüktü?” “Ne demek 'içime girdi'? O nasıl şey öyle?”
-“Bir köpek kadar büyüktü. Üzerime esti...” “Bütün esinti geldi, bende bitti... üzerime gömüldü! Bedenim emdi onu adeta!”
-“E, şimdi n'erde o halde?”
-“Burada. Bende olmalı.”
-“Neler saçmalıyorsun kuzum! Gece dışarıya hava almaya çıkıp, gökyüzüne bakarken uyuya kalmış olmalısın.”
-“Hayır! Rüya falan degil! Içime girerken baştan ayagı hissettim. Gövdesine sarılmış serin havayı, yumuşak tüylerini, sert kemiklerini, hatta kalbinin atışını... hepsini duydum!”
-“Akıl almaz!”
-“Farkındayım, evet... fakat içime bir şey girdi!...” “Iyice bak bana! Bir degişiklik görüyor musun?”
-“...Hayır.”
-“Yüzüm, gözüm.... saçlarım nasıl?”
-“Her zamanki gibi... güzel... uzun, siyah!”
-“Gördün mü bak! Benim saçlarım kızıldı! Tanrım! Nasıl oldu bu!”
-“Kızıl mı?”
-“Gözlerim peki!? Gözlerime bak!”
-“Onlar da siyah.”
-“Ne!”
-“Ne yani gözlerin siyah degil miydi?”
-“Yeşil! Yeşillerdi!”
-“... şey... ben koyu renk gibi hatırlıyorum?”
-“Başka... başka... Yüzüme bak, bir farklılık görüyor musun?”
-“Aman Allahım!”
-“Ne?”
-“Alnının kenarında büyük, çirkin bir yara var!”
-“... O hep vardı.” “Çocukken koltuktan düşüp, sehpaya çarpmıştım.”
-“Ah, evet...” “Her evde olur böyle kazalar. Ben de küçükken salıncak kurup, sallanmaya kalkmıştım bir keresinde...”
-“Ne evi kuzum! Ben yurtta büyüdüm ya!”
-“Öyle miydi?”
-“Bak! Görüyor musun?”
-“Neyi?”
-“Karnımda küçük, siyah bir leke var.”
-“Nerede?”
-“Işte burada. Göbegimin üzerinde.”
-“Dogum lekesine benziyor.”
-“Böyle dogum lekesi gördün mü sen –çukur!”
-“Görmedim sanırım.”
-“Daha önce yoktu bu!”
-“...öyle diyorsan...”
-“Ne demek 'öyle diyorsan'?” Hiç dikkat etmedin mi?”
-“Elbette canım. Leke olsa görmez miydim!”
-“Tanrım! Bana neler oluyor? Bu ben kim?”
-“Dur telaşlanma, tekrar düşünelim... Baştan başla, şu çatıdan düşen siyah şey...”
-“Siyah mı? Siyah oldugunu söylemedim ki!”
-“E, siyah degil miydi?”
-“Ne bileyim ben. Her yer karanlıktı!”
-“Peki. O zaman, bu çatıdan üzerine düşen şey...”
-“Ne düşmesi! Düşse karpuz gibi yerde yatıyor olurdu! Gayet emin beni bekliyordu!”
-“Tamam. Şimdi üzerine bir şey atladı mı, atlamadı mı?”
-“Bi dakka! Hatırladım!” “Bu leke, sigara yanıgı! Eskiden kalma...”
-"Ha?"
-“Oh! Bir an için çok korktum!”
-“Oh! Ben de!”
-"Unutmuşum işte..."
-“Degişen bir şey yok o halde!"
-“Of, neyse...”
-“Evet canım. Neyse...”
Şubat 13, 2007
Şubat 09, 2007
Şubat 06, 2007
Şubat 04, 2007
Şubat 02, 2007
Şubat 01, 2007
Ocak 30, 2007
Ocak 23, 2007
Ocak 22, 2007
198
Bizim avludan mı kalkacak cenazem?
Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan?
Asansöre sığmaz tabut,
merdivenler daracık
Belki avluda dizboyu güneş ve güvercinler olacak,
belki kar yağacak çocuk çığlıklarıyla dolu,
belki ıslak asfaltıyla yağmur.
Ve avluda çöp bidonları duracak her zamanki gibi.
Kamyona, yerli gelenekle,yüzüm açık yükleneceksem,
bir şey damlayabilir alnıma bir güvercinden; uğurdur.
Bando gelse de, gelmese de çocuklar gelecek yanıma,
meraklıdır ölülere çocuklar.
Bakacak arkamdan mutfak penceremiz.
Balkonumuz geçirecek beni çamaşırlarıyla.
Ben bu avluda bahtiyar yaşadım bilemediğiniz kadar.
Avludaşlarım, uzun ömürler dilerim hepinize...
Nazım Hikmet
1963 Moskova
Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan?
Asansöre sığmaz tabut,
merdivenler daracık
Belki avluda dizboyu güneş ve güvercinler olacak,
belki kar yağacak çocuk çığlıklarıyla dolu,
belki ıslak asfaltıyla yağmur.
Ve avluda çöp bidonları duracak her zamanki gibi.
Kamyona, yerli gelenekle,yüzüm açık yükleneceksem,
bir şey damlayabilir alnıma bir güvercinden; uğurdur.
Bando gelse de, gelmese de çocuklar gelecek yanıma,
meraklıdır ölülere çocuklar.
Bakacak arkamdan mutfak penceremiz.
Balkonumuz geçirecek beni çamaşırlarıyla.
Ben bu avluda bahtiyar yaşadım bilemediğiniz kadar.
Avludaşlarım, uzun ömürler dilerim hepinize...
Nazım Hikmet
1963 Moskova
Ocak 17, 2007
Ocak 16, 2007
Ocak 15, 2007
Ocak 13, 2007
Ocak 12, 2007
191
"One went to the door of the Beloved and
knocked. A voice asked, 'Who is there?'
He answered, 'It is I.'
The voice said, 'There is no room for Me and Thee.'
The door was shut.
After a year of solitude and deprivation he returned and knocked.
A voice from within asked, 'Who is there?'
The man said, 'It is Thee.'
The door was opened for him."
Rumi
knocked. A voice asked, 'Who is there?'
He answered, 'It is I.'
The voice said, 'There is no room for Me and Thee.'
The door was shut.
After a year of solitude and deprivation he returned and knocked.
A voice from within asked, 'Who is there?'
The man said, 'It is Thee.'
The door was opened for him."
Rumi
190*
scribes' syrup
Lord Byron knew about it. Long before the capricious literary gentlemen of the Belle Époque. Since, there is no one left to tell the tale; this old, rotten secret is hereby for me to say.
It was a white sorcerer who found it ages ago. He was in the forest collecting dead bees when he saw it smoothly floating under the leaves. It was red, but almost green. They say, with a blink, the old man understood something was wrong with it. Yet, his inquisitive nature could not hinder him to take a closer look at the shady thing.
It was a ghost. It was a bodiless fume. It was an ardent mist which the old wizard bottled quickly and slid into his chest. Then he silently rushed it into his hut, for more inquest. There was hardly one drop, yet it illuminated his dark room bright enough. The old man worked till morning, using all his instruments; but, couldnot find anything about the alien substance to arrive at some judgments.
The next day when he woke up, the air was filled with warnings for the trouble that comes. He recognized the open cap, and the empty bottle all at once. It was enough for him to hear the sounds coming from the village, to leave the place without taking any luggage. They say, it was the wife of Bath's who captured it again accidentally, and then sold it to Chaucer for six pence on his way to Canterbury.
The rumor says, it traveled from hand to hand, from Africa to Newland, until one day the last driblet was spoiled by Wilde, during an unsuccessful suicide attempt. An admirer after seeing him depressed for the loss, promised him to find the formula at any cost. With this admirer I met on a long train trip. He told me the secret he found after thirty years of pursuit:
"Two bodies that die of excessive pleasure, exhale an exquisite vapor during decay. This miasma thickens under the shadow of a wormwood leaf, day after day. If you collect it during spring, you'll arrive at a syrub that heals even the poorest decrepit. The pens that dip in this ink, write verses no one dares to speak. Even one line satisfies to craze the public with jouissance; that is why, all writers crave for this stance where their pens are blessed in ecstatic essence."
Lord Byron knew about it. Long before the capricious literary gentlemen of the Belle Époque. Since, there is no one left to tell the tale; this old, rotten secret is hereby for me to say.
It was a white sorcerer who found it ages ago. He was in the forest collecting dead bees when he saw it smoothly floating under the leaves. It was red, but almost green. They say, with a blink, the old man understood something was wrong with it. Yet, his inquisitive nature could not hinder him to take a closer look at the shady thing.
It was a ghost. It was a bodiless fume. It was an ardent mist which the old wizard bottled quickly and slid into his chest. Then he silently rushed it into his hut, for more inquest. There was hardly one drop, yet it illuminated his dark room bright enough. The old man worked till morning, using all his instruments; but, couldnot find anything about the alien substance to arrive at some judgments.
The next day when he woke up, the air was filled with warnings for the trouble that comes. He recognized the open cap, and the empty bottle all at once. It was enough for him to hear the sounds coming from the village, to leave the place without taking any luggage. They say, it was the wife of Bath's who captured it again accidentally, and then sold it to Chaucer for six pence on his way to Canterbury.
The rumor says, it traveled from hand to hand, from Africa to Newland, until one day the last driblet was spoiled by Wilde, during an unsuccessful suicide attempt. An admirer after seeing him depressed for the loss, promised him to find the formula at any cost. With this admirer I met on a long train trip. He told me the secret he found after thirty years of pursuit:
"Two bodies that die of excessive pleasure, exhale an exquisite vapor during decay. This miasma thickens under the shadow of a wormwood leaf, day after day. If you collect it during spring, you'll arrive at a syrub that heals even the poorest decrepit. The pens that dip in this ink, write verses no one dares to speak. Even one line satisfies to craze the public with jouissance; that is why, all writers crave for this stance where their pens are blessed in ecstatic essence."
189*
Decay is the vanishing contour that kept me defined at once. The bleaching threshold between me and what is not me. The borders collapse, so does the territory... within which I built myself. There is no more a membrane to secure the thing called "I". Now I'm a mere compound to a bastard entity. I fuse into a new assembly. I loose myself into a new animal that is called no more "I". And "it" likes it. Likes to see finally that nothing is pure. That, decay is the blessing of the impure.
And my friend, nothing was ever pure...
. . .
decay is a peep hole through which the Snow White strips
decay is a nursery rhyme that Cobain sings.
decay is a bird with plastic fins.
decay is a fairy with busted wings.
And my friend, nothing was ever pure...
. . .
decay is a peep hole through which the Snow White strips
decay is a nursery rhyme that Cobain sings.
decay is a bird with plastic fins.
decay is a fairy with busted wings.
188*
something happened on the way to babylon
woke up earlier than usual
still late
late again
rushed to clear my hair off my face
to see
whether the world is in its place...
my mother taught me everything you see.
to dress, to look, to cook
to fight, to fear in tear...
what she forgot is
what i had to learn myself
so, forgive me if i screw
something happened on the way to babylon
woke up earlier than usual
still late
late again
rushed to clear my hair off my face
to see
whether the world is in its place...
my mother taught me everything you see.
to dress, to look, to cook
to fight, to fear in tear...
what she forgot is
what i had to learn myself
so, forgive me if i screw
something happened on the way to babylon
187*
Tongue-eating bug found in fish. In Britain a bug has been discovered that eats the tongue of a fish down to a stub, then attaches itself to become a replacement!
Here's a better photo of the parasite that eats its fish host's tongue, and then pretends to be the tongue.
Cymothoa exigua, a crustacean, is the only known parasite that effectively replaces a body organ. It makes its home in the mouth of a fish, where it drains blood from the tongue until it withers and dies. It attaches itself to the remaining stub and the fish is actually able to utilize it as a replacement tongue to draw in and manipulate food, which the parasite shares.
Here's a better photo of the parasite that eats its fish host's tongue, and then pretends to be the tongue.
Cymothoa exigua, a crustacean, is the only known parasite that effectively replaces a body organ. It makes its home in the mouth of a fish, where it drains blood from the tongue until it withers and dies. It attaches itself to the remaining stub and the fish is actually able to utilize it as a replacement tongue to draw in and manipulate food, which the parasite shares.
186*
my segments are raving
rushing in multiplicities
to-wards, up-wards, in-wards,
imploding calmly
'nsynch with a hidden agenda.
fermenting.
bubling, foaming, dripping
though not liquid at all
my raw limbs are
stretched in ectasy
in a body colder than mine.
wrapped in mild flesh,
washed in mellow plasma.
let me get drown in what remains
from your five litres of ocean.
hello dear stranger,
let me exercise in you
how it feels to come home.
(whatever... Pluto's Cave or Parasites' Rave)
rushing in multiplicities
to-wards, up-wards, in-wards,
imploding calmly
'nsynch with a hidden agenda.
fermenting.
bubling, foaming, dripping
though not liquid at all
my raw limbs are
stretched in ectasy
in a body colder than mine.
wrapped in mild flesh,
washed in mellow plasma.
let me get drown in what remains
from your five litres of ocean.
hello dear stranger,
let me exercise in you
how it feels to come home.
(whatever... Pluto's Cave or Parasites' Rave)
183*
Kin saçardı gözleri, severken bile. Çamurlu saçlarının arasından taze egelenmiş bakışları suçlu hissettirirdi bakanı. Oradaki hayal kırıklıgına sebep olmaktan şüphelenir, faydasız çırpınırdı karşısındaki. Belki de bir meziyetti bu yarınsızlıgı. Üzerine taşan sevgiyi gömleginin koluna siler, söker atardı üzerinden. Ve, yaptıgına inanamayarak devam ederdi yoluna...
182*
Ne çok öptüm onu o gece. Ne çok ‘gitme, n’olursun’ dedi. Ne çok söyledi beni sevdigini, ne güzel oldugumu... ve ben istedigi herşeyi yaptım.
Dedi ki, ‘bir daha bu yatakta bir başkasıyla olursan seni öldürürüm...’ güldüm.
Dedi ki, ‘seni bir daha asla, asla bırakmam; herşeyden, herkesten koruyacagım...’ güldüm.
Dedi ki, ‘seninle evlenecegim, sen benimsin...’ bu gerçekten komikti, güldüm.
Dedi ki, ‘ne istersen yaparım, söyle...’ ‘Hiçbir şey yapma, buradasın yeter’ dedim... güldü.
Ne çok öptüm onu o sabah. Ne çok seviştik. Ne çok inandık. Ne çok yalan söyledik... ve ben istemedigim hiçbir şeyi yapmadım.
Dedi ki, ‘bir daha bu yatakta bir başkasıyla olursan seni öldürürüm...’ güldüm.
Dedi ki, ‘seni bir daha asla, asla bırakmam; herşeyden, herkesten koruyacagım...’ güldüm.
Dedi ki, ‘seninle evlenecegim, sen benimsin...’ bu gerçekten komikti, güldüm.
Dedi ki, ‘ne istersen yaparım, söyle...’ ‘Hiçbir şey yapma, buradasın yeter’ dedim... güldü.
Ne çok öptüm onu o sabah. Ne çok seviştik. Ne çok inandık. Ne çok yalan söyledik... ve ben istemedigim hiçbir şeyi yapmadım.
179*
Bekliyorum bir gün 68'dekine benzer bir özgürlük hareketi olacak. Şehirler boşalacak, bütün şirketler bir hafta içinde zarara geçip afet ilan edecekler. Yine de çalışacak kimseyi bulamayacaklar. Rekabet görgüsüzlükten sayılacak. Yükselme hırsı içinde olanlar politikacılardan daha çok nefret toplayacak. Büyük şirketler kar marjlarını küçültüp, sadece lokal ihtiyaçları karşılacak kadar üretecek. Televizyon seyretmek altından kalkılamayacak vergilere baglanacak. Zaten sadece gönüllülerle çalışabilecekleri için yayın saatleri iyiden iyiye azalacak. Hayattan başka bir anlam bulmak zorunda kalacagız.
Ocak 11, 2007
177*
In a movie there was a jukebox
that played the songs not
immediately as ordered.
People were thinking
that it was out of order,
demanding their money back.
It was out of order,
–though not totally.
Only after some time,
people could recognize
it was their song now playing.
If they were patient,
or careful enough...
May be this is the case
when we make a wish.
Amongst many others on the list
our song is just too late.
that played the songs not
immediately as ordered.
People were thinking
that it was out of order,
demanding their money back.
It was out of order,
–though not totally.
Only after some time,
people could recognize
it was their song now playing.
If they were patient,
or careful enough...
May be this is the case
when we make a wish.
Amongst many others on the list
our song is just too late.
175*
Tough I loved once, one is never enough.
This I thought since I loved once.
But, I still think about the love that I had once.
Could it not be more unfair
when you are acting upon yourself.
The cruelest words you'll hear
as they 're spinning around your head.
'Love is a one way street' you say
and 'only me is on the wrong track.'
Even my love is traveling the other way.
I saw him waving his hand; cheerful was he.
If I didn't know he was going to the opposite direction,
I could have thought he was happy to see me.
But, it was just the kind of excitement people feel
when they are in the comfort of a seat to leave.
Probably to go for a holiday
on a nice crispy summer day.
Thus, he went on a long holiday.
While, I -like as often- stay,
working hard for the sake of passing day.
'Work makes you free', I doubt.
Work makes you forget about freedom.
So, I work to forget how free he was.
He is on a long summer holiday.
I'm here to save money,
for a holiday I'll never be able to pay.
This I thought since I loved once.
But, I still think about the love that I had once.
Could it not be more unfair
when you are acting upon yourself.
The cruelest words you'll hear
as they 're spinning around your head.
'Love is a one way street' you say
and 'only me is on the wrong track.'
Even my love is traveling the other way.
I saw him waving his hand; cheerful was he.
If I didn't know he was going to the opposite direction,
I could have thought he was happy to see me.
But, it was just the kind of excitement people feel
when they are in the comfort of a seat to leave.
Probably to go for a holiday
on a nice crispy summer day.
Thus, he went on a long holiday.
While, I -like as often- stay,
working hard for the sake of passing day.
'Work makes you free', I doubt.
Work makes you forget about freedom.
So, I work to forget how free he was.
He is on a long summer holiday.
I'm here to save money,
for a holiday I'll never be able to pay.
174*
Nearby a deep ocean I stood. On the shallow edge, by the warm shore I've found a shelter. Underneath the wooden roof it was written:
"The deep end of the shore there thou shalt not dare to go."
But, he, who could have written the warning was far from being in sight. A pair of yellow slippers, near a castle by the sand was all there is left behind. I thought, as I ate his food and sat at his table, that he wanted to be left alone. His last words demanding privacy for himself
made me wait for some several days. Then curiosity won over comfort. I wet my feet, called out in the ocean his name. To hear, I approached.
I would rather get wet, instead of being alone.
"The deep end of the shore there thou shalt not dare to go."
But, he, who could have written the warning was far from being in sight. A pair of yellow slippers, near a castle by the sand was all there is left behind. I thought, as I ate his food and sat at his table, that he wanted to be left alone. His last words demanding privacy for himself
made me wait for some several days. Then curiosity won over comfort. I wet my feet, called out in the ocean his name. To hear, I approached.
I would rather get wet, instead of being alone.
Ocak 10, 2007
172
I
On the calm black water where the stars are sleeping
White Ophelia floats like a great lily;
Floats very slowly, lying in her long veils...
- In the far-off woods you can hear them sound the mort.
For more than a thousand years sad Ophelia
Has passed, a white phantom, down the long black river.
For more than a thousand years her sweet madness
Has murmured its ballad to the evening breeze.
The wind kisses her breasts and unfolds in a wreath
Her great veils rising and falling with the waters;
The shivering willows weep on her shoulder,
The rushes lean over her wide, dreaming brow.
The ruffled water-lilies are sighing around her;
At times she rouses, in a slumbering alder,
Some nest from which escapes a small rustle of wings;
- A mysterious anthem falls from the golden stars.
II
O pale Ophelia! beautiful as snow!
Yes child, you died, carried off by a river!
- It was the winds descending from the great mountains of Norway
That spoke to you in low voices of better freedom.
It was a breath of wind, that, twisting your great hair,
Brought strange rumors to your dreaming mind;
It was your heart listening to the song of Nature
In the groans of the tree and the sighs of the nights;
It was the voice of mad seas, the great roar,
That shattered your child's heart, too human and too soft;
It was a handsome pale knight, a poor madman
Who one April morning sate mute at your knees!
Heaven! Love! Freedom! What a dream, oh poor crazed Girl!
You melted to him as snow does to a fire;
Your great visions strangled your words
- And fearful Infinity terrified your blue eye!
III
- And the poet says that by starlight
You come seeking, in the night, the flowers that you picked
And that he has seen on the water, lying in her long veils
White Ophelia floating, like a great lily.
Arthur Rimbaud
As translated by Oliver Bernard: Arthur Rimbaud, Collected Poems (1962)
Ocak 07, 2007
Ocak 05, 2007
169
- Go ahead.
- After you.
- No no, you first.
- Why me?
- You're lighter than I am.
- Just so!
- I don't understand.
- Use your intelligence, can't you?
(Vladimir uses his intelligence.)
(finally). I remain in the dark.
- This is how it is. The bough . . . the bough . . . (Angrily.) Use your head, can't you?
- You're my only hope.
- Gogo light? bough not break? Gogo dead.
Didi heavy? bough break? Didi alone. Whereas?
- I hadn't thought of that.
- If it hangs you it'll hang anything.
- But am I heavier than you?
- So you tell me. I don't know. There's an even chance. Or nearly.
- Well? What do we do?
- Don't let's do anything. It's safer.
- Let's wait and see what he says.
- Who?
- Godot.
- Good idea.
- After you.
- No no, you first.
- Why me?
- You're lighter than I am.
- Just so!
- I don't understand.
- Use your intelligence, can't you?
(Vladimir uses his intelligence.)
(finally). I remain in the dark.
- This is how it is. The bough . . . the bough . . . (Angrily.) Use your head, can't you?
- You're my only hope.
- Gogo light? bough not break? Gogo dead.
Didi heavy? bough break? Didi alone. Whereas?
- I hadn't thought of that.
- If it hangs you it'll hang anything.
- But am I heavier than you?
- So you tell me. I don't know. There's an even chance. Or nearly.
- Well? What do we do?
- Don't let's do anything. It's safer.
- Let's wait and see what he says.
- Who?
- Godot.
- Good idea.
Ocak 04, 2007
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)