Fransızların 'kötü sevilmiş' kadın diye bir tabiri varmış.
Yeni ögrendim.
Demek ki, dünyanın bir yerlerinde 'iyi sevilen' kadınlar var!
Şunu ögrenemedim:
Bunun üzerindeki kadınlar nerede?
Temmuz 31, 2006
24
"Ona söyleme sakın," dedi. Söyleme dedigi hiçbir şeyi söylemedim. Uzun uzun anlattım. Görmek istedim, yanından neyin geçtigini biliyor mu, diye. Hatırlıyordu. Ama hiç anlamamıştı.
Bazen bir kadının yerinde olmak için neler vermezdim diyorum. Halbuki ne vermeyecegim ortada: Sır.
Bazen bir kadının yerinde olmak için neler vermezdim diyorum. Halbuki ne vermeyecegim ortada: Sır.
23
Sabah eve yürürken kaldırımın kenarından fırlamış gürbüz bir ot demeti dikkatimi çekti. Siyah, kararmış taşların arasından istekle fışkırmıştı. Kaldırımla, kenarında yükselen bahçe duvarı arasında hernasılsa kendine bir boşluk bulmuş, kiracı degil, ev sahibi gibi sırtını duvara vermişti.
Onun agzından sokagı anlatmak gibi keyifli bir işe ikna etti beni. Gölgeli Windsor Sokagı...
Çift katlı, ahşap evlere tırmanan kısa merdivenlerin korkulukları öyle alçak ki, eskiden buralarda sadece çocuklardan oluşan bir halkın yaşadıgından şüphe edilebilir. Evler taş olsalardı hemen yüzyıllık ömür biçecektim, fakat degiller. Ahşaplar. Kendi hallerinde şehri saran Viktoryen masalda rol alıyorlar.
Çogunluk, her evde iki sokak kapısı yanyana. Iki büyük aileyi yanyana büyütmüş bu evler. Şimdi altlı üstlü küçük ailelere bölünmüşler.
Sokaktan tıngır mıngır bir at arabasının ilerleyip, bizimkinin önünde durdugunu hayal ediyorum. Arabadan önce dokuz yaşlarında kıvırcık saçlı bir oglan çocugu fırlıyor. Üzerinde kısa pantolonu, denizci yakası olan beyaz bir elbise. Koşarak merdivenleri tırmanıyor. Korkuluklar tam onun boyunda malum. Kapının önünde neşeyle, birazda sabırsız zıplıyor; berikiler daha arabadan iniyorlar oysa.
Ev, şimdiki gibi maviye boyalıymış o zamanda. Ama, bahçeleri birbirinden ayıran tel örgüler yokmuş, rüzgarda çıkarttıkları şakırtıları da. Dışarının sesleri daha iyi duyuluyormuş bu yüzden.
Arabadan inen büyükçe bir genç kız tek eliyle şapkasını tutarak gökyüzüne bakıyor. Ötenin hangi kuş oldugunu saptamak ister gibi. Gülümsüyor; kuşların anlattıklarını dinliyor...
Arkasından iki kız daha iniyor. Atlı araba, yolcuları boşaldıkça derin bir nefes vererek yaylanıyor. Iki kızdan küçügü, -beş yaşlarında olmalı, evlerinin önünde olduklarını anlar anlamaz ablasının etegini bırakıp, kapının önünde posta kutusuna uzanmaya çalışan abisinin yanına koşuyor. Geride kalan genç abla, "Yavaş!" diyerek uyarıyor. Şimdiden annelige hazırlanıyor belli...
En son anne iniyor arabadan. Büyükçe sayılabilecek şapkasını düzeltip, gururla bakıyor koşuşturan çocuklara ve arkayı masmavi kaplayan evine.
Diger kapıdan çoktan inmiş olan baba, faytoncunun parasını ödemiş, hanımının dirsegini tutuyor hafifçe "Kaldırıma dikkat!"
Fayton yine aynı tıngırtıyla sokaga devam ederken, baba, posta kutusundan küçügün uzanıpta alamadıgı mektupları hünerle elinde toplayıp, cebinden anahtarına uzanıyor. Kapı bütün gün bu anı beklermiş gibi kaygan bir tıkırtıyla aralanıyor. Baba, kenarda hanımına yol verirken, ufaklıklar çoktan tahta merdivenleri yarılamış, paldır küldür yukarı tırmanıyorlar.
Onların odaları yukarıda. Aynı odayı paylaşıyorlar. Ablaları da öyle. Büyük oda da anne ve babanın. Aşagıda, girişin hemen solunda konukları agarladıkları salon var. Ardında yemek salonu ve yanında mutfak. Mutfagın yanındaki küçük oda, o zaman da çalışma odasıydı. Baba, işin ve özellikle evin hesaplarını burada yapardı.
Düşündüm de, o oda belki de hizmetçinindi. Verandada, tam şu anda benim oturdugum yerde oturur, patatesleri soyardı... ve ufaklıklar üstlerini başlarını yarım yamalak temizleyip, yanına koşarlardı: "Bilemezsin ne çok acıktık!"
Anneleri kızmaya kıyamazdı; bu işi de hizmetçiye bırakırdı. Nitekim, beriki bagırırdı: "Koşup durmayı bırakın bakiim! Evin altını üstüne getirdiniz!"... Öyle bir bagırırdı ki, ev onun sanırdınız.
Ev.
Şimdi bu ev parçalara ayrılmış. Yukarı parçada bir hispanik aile yaşıyor. Birsürü çocukları var, daha sayamadım. Sessiz çocuklar. Sessizce neşelenmeyi ögrenmişler.
Aşagı katta bizimkiler oturuyor. Yemek odası yok artık. Onun yerine mutfakta küçük, yanmaz plastikten bir masa yetiyor. Akşamları etrafında toplanıp, uzun uzun yemek yiyip, sohbet ediyoruz. Tıpkı eski günlerdeki gibi...
Akşam oluncada ben kanepede uyuyorum.
Onun agzından sokagı anlatmak gibi keyifli bir işe ikna etti beni. Gölgeli Windsor Sokagı...
Çift katlı, ahşap evlere tırmanan kısa merdivenlerin korkulukları öyle alçak ki, eskiden buralarda sadece çocuklardan oluşan bir halkın yaşadıgından şüphe edilebilir. Evler taş olsalardı hemen yüzyıllık ömür biçecektim, fakat degiller. Ahşaplar. Kendi hallerinde şehri saran Viktoryen masalda rol alıyorlar.
Çogunluk, her evde iki sokak kapısı yanyana. Iki büyük aileyi yanyana büyütmüş bu evler. Şimdi altlı üstlü küçük ailelere bölünmüşler.
Sokaktan tıngır mıngır bir at arabasının ilerleyip, bizimkinin önünde durdugunu hayal ediyorum. Arabadan önce dokuz yaşlarında kıvırcık saçlı bir oglan çocugu fırlıyor. Üzerinde kısa pantolonu, denizci yakası olan beyaz bir elbise. Koşarak merdivenleri tırmanıyor. Korkuluklar tam onun boyunda malum. Kapının önünde neşeyle, birazda sabırsız zıplıyor; berikiler daha arabadan iniyorlar oysa.
Ev, şimdiki gibi maviye boyalıymış o zamanda. Ama, bahçeleri birbirinden ayıran tel örgüler yokmuş, rüzgarda çıkarttıkları şakırtıları da. Dışarının sesleri daha iyi duyuluyormuş bu yüzden.
Arabadan inen büyükçe bir genç kız tek eliyle şapkasını tutarak gökyüzüne bakıyor. Ötenin hangi kuş oldugunu saptamak ister gibi. Gülümsüyor; kuşların anlattıklarını dinliyor...
Arkasından iki kız daha iniyor. Atlı araba, yolcuları boşaldıkça derin bir nefes vererek yaylanıyor. Iki kızdan küçügü, -beş yaşlarında olmalı, evlerinin önünde olduklarını anlar anlamaz ablasının etegini bırakıp, kapının önünde posta kutusuna uzanmaya çalışan abisinin yanına koşuyor. Geride kalan genç abla, "Yavaş!" diyerek uyarıyor. Şimdiden annelige hazırlanıyor belli...
En son anne iniyor arabadan. Büyükçe sayılabilecek şapkasını düzeltip, gururla bakıyor koşuşturan çocuklara ve arkayı masmavi kaplayan evine.
Diger kapıdan çoktan inmiş olan baba, faytoncunun parasını ödemiş, hanımının dirsegini tutuyor hafifçe "Kaldırıma dikkat!"
Fayton yine aynı tıngırtıyla sokaga devam ederken, baba, posta kutusundan küçügün uzanıpta alamadıgı mektupları hünerle elinde toplayıp, cebinden anahtarına uzanıyor. Kapı bütün gün bu anı beklermiş gibi kaygan bir tıkırtıyla aralanıyor. Baba, kenarda hanımına yol verirken, ufaklıklar çoktan tahta merdivenleri yarılamış, paldır küldür yukarı tırmanıyorlar.
Onların odaları yukarıda. Aynı odayı paylaşıyorlar. Ablaları da öyle. Büyük oda da anne ve babanın. Aşagıda, girişin hemen solunda konukları agarladıkları salon var. Ardında yemek salonu ve yanında mutfak. Mutfagın yanındaki küçük oda, o zaman da çalışma odasıydı. Baba, işin ve özellikle evin hesaplarını burada yapardı.
Düşündüm de, o oda belki de hizmetçinindi. Verandada, tam şu anda benim oturdugum yerde oturur, patatesleri soyardı... ve ufaklıklar üstlerini başlarını yarım yamalak temizleyip, yanına koşarlardı: "Bilemezsin ne çok acıktık!"
Anneleri kızmaya kıyamazdı; bu işi de hizmetçiye bırakırdı. Nitekim, beriki bagırırdı: "Koşup durmayı bırakın bakiim! Evin altını üstüne getirdiniz!"... Öyle bir bagırırdı ki, ev onun sanırdınız.
Ev.
Şimdi bu ev parçalara ayrılmış. Yukarı parçada bir hispanik aile yaşıyor. Birsürü çocukları var, daha sayamadım. Sessiz çocuklar. Sessizce neşelenmeyi ögrenmişler.
Aşagı katta bizimkiler oturuyor. Yemek odası yok artık. Onun yerine mutfakta küçük, yanmaz plastikten bir masa yetiyor. Akşamları etrafında toplanıp, uzun uzun yemek yiyip, sohbet ediyoruz. Tıpkı eski günlerdeki gibi...
Akşam oluncada ben kanepede uyuyorum.
Temmuz 30, 2006
20
She turns to the window and sees a man and a woman getting into a taxi. This sight she finds so immensely attractive, so profoundly soothing, that it reminds her how unnatural it is to think of the sexes as seperate, how natural to think of them as cooperating with one another. And it leads her to speculate that, just as there are two sexes in the natural world, there must be two sexes in the mind, and that is is their union that is responsible for creation.. She recalls Coleridge's idea that a great mind is androgynous: "Coleridge certainly did not mean.... that it is a mind that has any special sympathy with women; a mind that takes up their cause or devotes itself to their interpretation. Perhaps the androgynous mind is resonant and porous; that is transmits emotion without impediment; that it is naturally creative, incandescent and undivided."
Mary Gordon (intr. A Room of One's Own)
Mary Gordon (intr. A Room of One's Own)
18
New England...
Kafam karışık.
'A Room of One's Own'da Woolf'un istedigi sadece bir oda degil gibi geliyor.
'Ev'i anlatmak için hani bizde 'bir göz odacık' diye bir tabir vardır. 'Ev' şu anda anlatamayacagım kadar büyük bir kavram. Çok uzun.
Buraya 'çok uzun' yazmak için kaçtım; bu sefer de çok uzun yazasım yok...
'Ev' paspasına dünyayı sildigin yer
içeri almadıgın,
ve buna rağmen
içinde yalnız olmadıgın...
Temmuz 29, 2006
Temmuz 28, 2006
15
Hiçbir hemcinsimle rekabete girmedim hayatımda.
Öyle hissediyorum.
Demek ki yenilmemişim.
Buna sevinmek,
en çok ben öldürdüm
diye savaşta böbürlenmeye benziyor.
Tiksiniyorum
beni yarıştırmak isteyenlerden;
Rekabete davet aldıgım an
çekiliyorum.
Beni yarıştırıp mı göreceksin degerimi?
Çıplak gözle seçemiyor musun...
Gel ben sana inancı degil,
inanmamak özgürlügünü vereyim.
Kanıtlamak gerekirse:
inan o ben degilim.
Öyle hissediyorum.
Demek ki yenilmemişim.
Buna sevinmek,
en çok ben öldürdüm
diye savaşta böbürlenmeye benziyor.
Tiksiniyorum
beni yarıştırmak isteyenlerden;
Rekabete davet aldıgım an
çekiliyorum.
Beni yarıştırıp mı göreceksin degerimi?
Çıplak gözle seçemiyor musun...
Gel ben sana inancı degil,
inanmamak özgürlügünü vereyim.
Kanıtlamak gerekirse:
inan o ben degilim.
Temmuz 27, 2006
Temmuz 26, 2006
9
Rilke'nin bir hikayesi çok hoşuma gitti. (Kaçış, 1896/97)
Birbirlerine aşık bir oglanla, kızın hikayesi. Kilisede insanlardan sakınarak buluşmaları, oglanın sıkı sıkıya tuttugu kızın eski, paralanmış eldivenleri içindeki minik elleri, dışarıdaki tüm vahşiliklere inat birbirlerine sıgınmaları, sıcaklıkları, loş ışıkta dudaktan dudaga akan sessizlikleri...
Sonra o not... Sevgililerin talihsizligi "hadi kaçalım buralardan" dedikleri anda mı başlar? Tren garına sevgilisinin gelmeyecegini umarak giden insanlar var. Sözüne sadık kalma gereginin ortadan kalkmasıyla duyulacak o hafifligi bekler yerine.
Nick Cave'in söyledigi bir şarkı vardı:
Come sail your ships around me
and let your bridges down...
Köprüleri yakan insanlar da var. "Ne olursa olsun... deger"
Öyle mi düşünürler? Cesaretli midirler? Yoksa fazla mı heyecanlı? Ya da aptal derecede meraklı?
Hikayede kız evinden kaçar, oglan tren garından. Ben elimde bavul, sabırsız garda bekleyenim; ben perona içim sıkılarak bakıp sessizce orayı terk eyleyenim. Ikisi gibi.
Rilke büyük adam. Sevdim onu.
Birbirlerine aşık bir oglanla, kızın hikayesi. Kilisede insanlardan sakınarak buluşmaları, oglanın sıkı sıkıya tuttugu kızın eski, paralanmış eldivenleri içindeki minik elleri, dışarıdaki tüm vahşiliklere inat birbirlerine sıgınmaları, sıcaklıkları, loş ışıkta dudaktan dudaga akan sessizlikleri...
Sonra o not... Sevgililerin talihsizligi "hadi kaçalım buralardan" dedikleri anda mı başlar? Tren garına sevgilisinin gelmeyecegini umarak giden insanlar var. Sözüne sadık kalma gereginin ortadan kalkmasıyla duyulacak o hafifligi bekler yerine.
Nick Cave'in söyledigi bir şarkı vardı:
Come sail your ships around me
and let your bridges down...
Köprüleri yakan insanlar da var. "Ne olursa olsun... deger"
Öyle mi düşünürler? Cesaretli midirler? Yoksa fazla mı heyecanlı? Ya da aptal derecede meraklı?
Hikayede kız evinden kaçar, oglan tren garından. Ben elimde bavul, sabırsız garda bekleyenim; ben perona içim sıkılarak bakıp sessizce orayı terk eyleyenim. Ikisi gibi.
Rilke büyük adam. Sevdim onu.
8
aslında 1'i lazım bana.
rivayete göre, onu görür görmez tanıyacakmışım.
uzun uzadıya anlatmak gerekmeyecekmiş
o zaten bilecekmiş.
2 mum yakıp on2 ay dua edersen
bulurmuşsun o 1'ini.
senin 1'in.
yoksa sen mi, ona 1'din.
neyse işte, sayılar kafa karıştırır malum.
1'in hangi yarısını anlayamadıysam.
ben buraya 1 yıl yazarım
dallarına pembe ibrişimden
kurdelalar baglarım
1'i bulur
ya da bulmaz
haberin olsun
o 1 benim
yoksa,
umudu nah buraya gömerim.
her halukarda,
ben hep yenerim.
hep ben yenilirim.
rivayete göre, onu görür görmez tanıyacakmışım.
uzun uzadıya anlatmak gerekmeyecekmiş
o zaten bilecekmiş.
2 mum yakıp on2 ay dua edersen
bulurmuşsun o 1'ini.
senin 1'in.
yoksa sen mi, ona 1'din.
neyse işte, sayılar kafa karıştırır malum.
1'in hangi yarısını anlayamadıysam.
ben buraya 1 yıl yazarım
dallarına pembe ibrişimden
kurdelalar baglarım
1'i bulur
ya da bulmaz
haberin olsun
o 1 benim
yoksa,
umudu nah buraya gömerim.
her halukarda,
ben hep yenerim.
hep ben yenilirim.
7
7 güzel sayıdır.
4'üm ben, ama aklım 7'de.
3 mü lazım şimdi eve?
- - - - - -
elde var sıfır.
ama, belli mi olur.
susmayı da beceremem, şimdiden söyleyim.
'kendine güvenmeyenler çok konuşur' tezi karşısında şöyle söylemek geçiyor içimden:
"kendime güvenmiyorum lan! ne var!"
. . .
o degil de,
bir de fazla merak var bende
annanemde de şeker vardı
4'üm ben, ama aklım 7'de.
3 mü lazım şimdi eve?
- - - - - -
elde var sıfır.
ama, belli mi olur.
susmayı da beceremem, şimdiden söyleyim.
'kendine güvenmeyenler çok konuşur' tezi karşısında şöyle söylemek geçiyor içimden:
"kendime güvenmiyorum lan! ne var!"
. . .
o degil de,
bir de fazla merak var bende
annanemde de şeker vardı
5
verandada oturuyorum. gece. hava soguk. titriyorum hafiften, ama güzel. temmuz'da titremekten ne olacak ki... aklım, 'temmuz'da üşünmez' diyor, inanıyorum. elbette üşünmez.
veranda tahtadan, uzun. bittigi yeri seçemiyorum. karanlıgın içinden kedi beliriyor. dışarıdaymış demek haspa. neredeymiş, ne yapmış, ne görmüş? cevap falan vermiyor. adımları hafif, adımları emin. nereye gittigi belli, nereye gitmek istedigi belli. duraksamadan kapının hasır perdesini burnuyla yarıyor, eşikte kayboluyor.
karanlıktaki kedi. karanlıkta niyeti. orada ne yaptıgı belli.
kedi kendi.
veranda tahtadan, uzun. bittigi yeri seçemiyorum. karanlıgın içinden kedi beliriyor. dışarıdaymış demek haspa. neredeymiş, ne yapmış, ne görmüş? cevap falan vermiyor. adımları hafif, adımları emin. nereye gittigi belli, nereye gitmek istedigi belli. duraksamadan kapının hasır perdesini burnuyla yarıyor, eşikte kayboluyor.
karanlıktaki kedi. karanlıkta niyeti. orada ne yaptıgı belli.
kedi kendi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)